22 Aralık 2010 Çarşamba

Ona de ki...

Pişman değilim ama caydın sözünden
Düşman değilim ama düştün gözümden*


Ona de ki, telafisi yoktur hayal kırıklığının.

Üzüntüler zamanla geçer, kırgınlıkların yarası beraberce sarılır ama hayal kırıklığı giderilemez. Zamansızdır, zamanla geçmeyendir. Birden yok olur ve yokluğu kalır. Çünkü sükût-u hayal’dir sözün aslı ve ‘hayal kırıklığı’ndan da fazladır anlattığı. Sözün açtığı yarayı, söz ıslah eder ama bir kez sustu mu hayaller, neyi neyle ıslah eder insan... İki kişinin yarattığı, zamanla öğrenip geliştirdiği o ince, narin, girift dil unutulmuş değildir. Bir anda silinir ilişkinin kendisi gibi. Dil susar, dil dönüşür, sessizce ve ömür boyu sürecek tek kişilik bir dili konuşmaya başlar benlik.

Ölen dildir, ama insan çürür. Yavaş yavaş, artık olmayan ve sonsuza dek olmayacak bir dili hiç hatırlayamadan ama içinde anlamını kavrayamadığı sızısını hissederek çürür. Her derin yara gibi en başta acıyan sonradan sızlar. Acı dayanılabilir olsa da, sızı çürüyen, yayılan, çürütendir.


* Sezen Aksu - Kaçak

5 Aralık 2010 Pazar

hey gidi duyumuna yandığımın dünyası*

Seninle bir aşkı yaşarken biz, sen duymadan söylediğim şarkılar, içimden fısıldadığım aşk sözleri, hepsi hatıranı yaşatıyor şimdi. Sen dönülemeyecek uzak yollarda, ben o şarkıları söylüyorum. Gözbebeklerimde hala güneş var seni her düşündüğümde. Hala yaralı bir güneş.


Bir kelebeğim son günlerde. Sürekli kanatlarımdan bir parça kırılıyor. Nereye gitsem, kiminle gitsem fark etmiyor; sessiz gözyaşları bırakıyorum arkamda. Gözyaşlarım hayata bıraktığım iz.

Üzgünüm, seni sonsuza dek kaybetmeden önce anlayamadım seni ne çok sevdiğimi. Seni sevmekten yazmaya vakit kalmayan zamanlar… Şimdi o zamanlar sonsuza kadar var. Ölene dek seni yazmak var. Acılar, yalnızlık. Yanlış yollarda gezinirken duyumunu gittikçe arttıran yalnızlık… Kaybedilmiş bir aşk işte.

İçimde sızın var.

“Özledim” demiştin ayrılıktan aylar sonra. Ne demek olduğunu yıllar sonra anladım…


* Edip Cansever - Buz Gibi adlı şiirinden

27 Kasım 2010 Cumartesi

Çalışma yaşamı - içimdeki daimonik

Nice zamandır, bütün enerjimi alan ve bana yazacak takat bırakmayan çalışma hayatı üzerine bir yazı yazmalıydım ki, içimdeki daimonik dışarı çıksın ve yüzleşeyim. O gün bugünmüş.

Bireysel tecrübelerimi anlatmayacağım elbette ki. Onlar bende kalacak. İş saatleri içinde yaşanacak ve bitecek. Bitmeli. Olsa olsa, en çok dost sohbetlerinde konuşulacak, dertleşilecek, beraber dertlenilecek.

Oysa bu bir yazı ve yazın dünyama ait bir şey. Kişileri yazıma katarak, yazıya bir şey katamam. O yüzden layığıyla davranmalıyım.

2 kuralı var çalışma hayatının:

1-     Her zaman gidilebilecek daha iyi bir şirket vardır.
2-     Hiç kimse vazgeçilemez değildir.

İlk bakışta, birincisi kişiler, ikincisi şirketler yararınaymış gibi görünse de, öyle mi acaba?


Her zaman gidilebilecek daha iyi bir şirket vardır…

Bir kişi yeterince ve hatta kendisinden bekleneni çoğu zaman aşan şekilde çalışıyorsa, insanın doyumsuz doğası gereği, elde edilmiş olan olanaklar zaman içinde yeterli gelmeyeceği için, kişi arayışa girer. Ya ücreti yetmemeye başlar, ya ünvanını beğenmez ya da diğer firmaların sağladığı ekstra olanaklardan yararlanmak ister. Bu fikrin akla düştüğü ilk anda birinci altın kural devreye girmiştir bile: Her zaman gidilebilecek daha iyi bir şirket vardır. Kuşkusuz ki bu noktada, kişinin yararınadır. Kişi daha iyi bir iş bulur ve gider.

İşte bu noktada da şirket yararına çalışmaya başlar kural. Şirket bu bilgiyi değerlendirebilirse, kendini geliştirmeye, daha tercih edilir bir şirket olmaya çalışarak kuralı kendi lehine de çalıştırabilir. Ve zaman içinde daha iyiye doğru adım adım giderek, hem ölçeğini, hem de çalışanlarına sağlayacağı olanakları arttırarak çalışan memnuniyetini büyütür. Bugünü kurtarmak ve ölen ölür kalan sağlar bizimdir zihniyetiyle çalışmak, kurumsallık iddiası taşıyan şirketlerin uzun vadeli görüşlerinin çok altında kalarak kabul edilemez olduğundan, şirket bu bilgiyi kendi lehine değerlendirmek zorundadır.

Bir ara çözüm daha vardır, bu iki durum arasında ki, bu da şirketin çalışanını kaybetmeden önce gerekli önlemleri alarak gitme fikrini çalışanın aklından çekip alması ya da daha iyisi hiç aklına düşürmemesidir. Zamanında ücret artışı, zamanında terfi ya da diğer olanakların sağlanması ne kadar erken yapılabilirse şirket o kadar erken, daha iyi bir şirket haline dönüşmüş olacaktır. Kişi de o kadar erken daha iyi bir şirkette çalışmaya başlamış olacaktır. Çalıştığı eski şirketi olsa bile, koşulları değişmiş olacağından, artık daha iyi bir şirkette çalışmakta olacaktır.

Gitme fikrini çalışanın aklına hiç düşürmemek teorik olarak mümkün olsa bile, pratikte bu mümkün değildir. Şirketin iyileştirme reaksiyonu gösterebilmesi için en azından bir çalışanını kaybetme olgusuyla yüzleşmesi gerekir ki, birinci altın kuralı uygulamaya başlayabilsin. Şirketin bu şekildeki kaç kayıptan sonra karşı-çözüm üretebildiği de şirketin adaptasyon başarısının düzeyini belirler. Bu sayı ne kadar azsa şirketin iyileşme yeteneği ve potansiyeli de o derece yüksektir. Bakış açısıyla ve şirketin sorunları algılama düzeyiyle ilgilidir.


Hiç kimse vazgeçilemez değildir…

Şirketler yaşayan organizasyonlardır. En alt düzeyden en üst düzeye kadar, gelenler ve gidenler her zaman olacaktır. Önemli olan işin devamlılığı ve verimliliğidir. Her zaman işi yapabilecek yeni biri bulunacaktır. Kurumsallık bilinci ve iddiası içindeki bir şirket için bir çalışanın vazgeçilemez olması söz konusu değildir. Olmamalıdır. Şirket kurumsal iş akışını sağlayacak şekilde, işleri kişilere değil sistemlere ve yazılımlara bağlı hale getirir, bu yönde yedekleme sistemleri geliştirir. Bilgi işlem bölümleri tarafından tüm e-posta verileri sisteme kaydedilir, gerektiğinde de yöneticiler tarafından izlenebilir.

Bu kural da işte bu noktada bireyler lehine döner. Birey bu bilgiyi kişisel çalışma yaşamı için değerlendirebilirse, vazgeçilmez olmadığının bilinciyle sürekli kendini geliştirerek daha iyi bir çalışan haline gelecek ve gerek aynı şirkette gerek farklı şirketlerde her geldiği konuma bu çalışma bilincini ve ahlakını taşıyacaktır. Ve teoride hiçbir zaman vazgeçilmez olmayacak olsa da, pratikte yaptığı ve yapacağı sürekli iş geliştirmelerle daha bilgili, donanımlı ve güçlü hale gelecektir. Başarıları sektörde de nam salacak olduğundan, hem kendi şirketi için vazgeçilmezliğini perçinleyecek, hem de diğer şirketler için arzu edilen ve teklifler alan bir çalışan haline gelecektir.


3. kural…

Bu da nereden çıktı? Bir üçüncü kuraldan bahsetmemiştik ki…

Üçüncü kural, her iki kuralın da birleştiği noktadır. Kişi bir şirketten ayrılma ve daha iyi olduğunu düşündüğü bir şirkete gitme kararını verirken hem nesnel hem de öznel bakımdan ne derece doğru bir değerlendirme yapabildiyse, o derece iyi bir şirkete gitmiş olacaktır.
Kişi gitmekle, seçimini doğru yönde yaptıysa, daha iyi bir şirkete gitmiş olacaktır ve eski şirketi için de bir kayıp olacağından vazgeçilmemesi gereken kişi konumuna gelmiş olacaktır.
Kişi gitmekle, seçimini yanlış yönde yaptıysa, daha mutlu olacağı bir şirkete gitmiş olmayacaktır. Ve eski şirketi bakımından da vazgeçilmez olmadığı ortaya çıkmıştır. Hem artık vazgeçilmez değildir hem de aslında daha iyi bir yere gitmemiştir.

Kişi gitmemeyi tercih ederek de benzer sonuçlara ulaşır.

Şirket açısından da iki kuralın birleştiği nokta, doğru seçimler noktasıdır yine. Şirket de çalışanının tatminini sağlayamadığı noktada, bunu büyük resim içinde değerlendirmek ve kayıp-kazanç değerlendirmesini iyi yapmak zorundadır.
Şirket çalışanının gitmesine izin vererek doğru bir karar verdiyse, kişinin kaybı şirket için daha olumlu sonuçlar yaratacaktır. Hem yeni çalışanın tatminini sağlayacağı için daha iyi bir şirkettir, hem de eski çalışanın vazgeçilmez olmadığı tecrübe edilmiş olur.
Şirket çalışanının gitmesine izin vererek yanlış bir karar verdiyse, iyi ve işi bilen bir çalışanını kaybetmiş olduğu için vazgeçilmemesi gereken kişiden vazgeçmiş olacaktır. İyileşme yönündeki potansiyeli de değerlendirememiş olduğundan, daha iyi bir şirket olma yönünde bir nebze de olsa gerilemiş olacaktır.

Benzer mantıkla fakat aksi yönde, şirket çalışanının gitmesine izin vermeyerek de doğru veya yanlış bir seçim yapmış olabilir.



Üçüncü kural her iki kuralın da aslında aynı kural olduğunu gösterir. Fakat, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sindeki Fil Hikayesi gibi, her kural çalışma hayatına farklı açılardan bakmış ve farklı yorumlar getirmiştir.

Oysa hepsi birdir. Yaşamımızı şekillendiren seçimlerimiz; seçimlerimizi şekillendiren bilincimizdir.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Barış Gelinliği ve Kanlı Gelinlik

Vatan Gazetesi’nin internet yayınında 13.Nisan.2008 tarihli sayfasında bir habere, Barış Gelini Pippa Bacca’nın tecavüz edildikten sonra boğularak öldürülmesi haberine bakıyorum donuk gözlerle. 31 Mart 2008 tarihinde geçmiş olay. Zaman ne çabuk geçiyor.

Habere neresinden baksan dökülüyor. Katilin soğukkanlı ifadesi, fotoğraflarını taşıyan fakat artık ulaşılmayan bir link. En altta da kişisel ürünler reklamları, cinsel gücü arttıran ürünlerin reklamları bunlar. Bir tecavüz ve cinayet haberinin altında “O yaptı. Aferin! Siz de yapın, siz de başarın!” dercesine…

Kanım donuyor.

Bir arkadaşımla bu olay üstüne yaptığımız konuşma geliyor aklıma. “Bir de öldürmüş” diyor kızgın bir tepkiyle. “İyi ki öldürmüş” diyorum ben de, “hayatta kalsa ve bu sarsıntıyla yaşamak zorunda kalsa daha mı iyiydi!” Onaylıyor beni, “Ona şüphe yok, ben asla kaldıramazdım böyle bir şeyi” diyor namusuna zarar gelmesini işaret ederek. “Ama o belki benim kadar etkilenmezdi böyle bir şeyden, farklı bir kültürü var çünkü. Onlarda bizdeki kadar önemli değil böyle şeyler. Hayatta kalmayı tercih ederdi belki.” diye de ekliyor.

Toplumumuzun özrünün kabahatinden büyük olması tam da böyle bir şey işte. Barış için yola çıkan bir genç kadına tecavüz ve katledilmesi salt namus düzeyine indirgendi ne yazık ki. Namusa bizim toplumumuz kadar önem vermemesiyle değerlendirildi yaşadığı trajedi.

Oysa namusa önem versin ya da vermesin hiçbir kadına ve/veya canlıya tecavüz haklı görülemez. Tecavüz muhafazakar bir kadın için geri dönüşü olmayacak bir yönde namusunun kirletilmesi demek iken, aydın bir kadın için bireysel özgürlüğe ve seçimlere yapılmış bir saldırı ve tahakküm olarak tüm düşünsel değerlerini zorlayan, yıkan bir travma yaratır.

Muhafazakar kadın bedeninin değil, ataerkil toplumun ona verdiği namusunu kaybetmiştir, toplumda kendini her şeyden önce namuslu ve iffetli yönüyle ifade ettiğinden ve etmesi gerektiğinden, en önemli erdemi de namusu olduğundan her şeyini kaybetmiştir. İntikam duygusu yoğun bir biçimde kendini gösterir, çünkü biricik değeri elinden alınmıştır. Ancak bu noktada da kadının kendisinin bir eylemde bulunmasına gerek kalmaz. Zaten gücü de yoktur. Güç, namusu ona veren ailenin erkeklerinin ellerindedir. Çağdaş hukuki değerler devre dışıdır. Zira ailenin erkeklerinin iktidarına yapılmış bir saldırı vardır ortada.

Aydın kadının da değerlerinin önüne kapkaranlık bir perde çekilmiş olur. Dünya ıssızlaşır, güven ve inançlar sarsılır. Tüm felsefi sistemler çöker. İnsani içgüdüyle intikam duygusu burada da devreye girebilir ki, aydın kadının yenmesi gerektiğine inandığı halde, yenmesi en güç duygulardan biridir. Çünkü hesaplaşma gerçekleşmedikçe durulmaz intikam duygusu. Hesaplaşmanın hangi düzeyde yaşanacağı da kişinin kendi iç hesaplaşmalarından birine sebeptir. Hukukun üstünlüğü mü, yoksa ‘dogville’vari bir mutlak adalet anlayışı mı…


Hangisi daha kolay gelir tecavüzün üstesinden?

Her iki kadında da değerler yok edilmiştir. Birinde namus zedelenmiştir, diğerinde ise felsefi değerler bütününe ve yaşama olan inanç.
Değerlerin geri kazanılması bakımından muhafazakar kadın için iki, aydın kadın için tek seçenek vardır. Birinci seçenekte, muhafazakar kadın tecavüzcüsüyle evlendirilerek namusu kurtarılmış ve toplumsal statüsü geri kazandırılmış olur. Namusla ilgili değerlerine biraz zorlayıcı bir kabullenmeyle de olsa yeniden sahip olacağından ruhu esenliğe kavuşacaktır. Ya da böyle bir durumu hiçbir zaman kabullenemez ve kaybettiği biricik değeriyle birlikte anlamsızlaşmış olan yaşamına son verir.

Aydın kadının kayıpları ise, evrensel nitelik taşıdığından çok daha ağır da olsa, geri dönülemez nitelik taşımamaktadır. Yaşamına anlam veren bütün bir değerler sistemi bulunmaktadır. İyileşmesi ve sindirmesi, dünyaya olan inancını geri kazanması aydın kadının duyarlılık seviyesinin yüksek olması nedeniyle daha fazla zaman alacak, daha yalnız, daha sorgulayıcı bir nitelik taşıyacak olsa da, süreç boyunca daha kalıcı ve güçlendirici bir seyir izleyecek ve sonuçta da kavuşacağı esenlik daha gerçek olacaktır.

8 Kasım 2010 Pazartesi

geldim, ben de buradayım

Geldim, ben de buradayım.
İnsani zaafımız; kalıcı olmak için bütün bunlar. Ya da paylaşmak deyin isterseniz, hafifleterek, belki ağırlaştırarak. Evinin kapısını insanlara açmak gibi. Bilerek isteyerek, kendi iradenle. Ama hangi odaları göstereceğine sen karar verirsin. Ve hangi odalarda, onlara ne göstereceğine ve ne göstermek istediğine.

35 yıl önceydi, gelmiştim tümden bilinçsiz, kendim karar vermeden. Adımı ben seçmemiştim. Gözümün ve saçımın rengini, tenimi, boyumu, kimlerle yaşayacağımı. Kimini sevdim kimini sevmedim. Ama barıştım kendimle ve hepsiyle, herkesle.

Şimdi bir daha geldim, buradayım. Gördüğünüz -size gösterdiğim, her şeyi ben seçtim. Ama bilmeli ki, ne kadar içten olursa olsun insan, yine de surettir paylaşılan. Özde hep daha fazlası kalır.