Bazı
anları, görüntüleri, sözleri, arkadaşları, akrabaları, yaşamöykülerini, filmleri,
yemekleri, kitapları, oyuncakları, giysileri ve onlarla ilgili her şeyi, yaşamımızın
içindeyken üstüne bir ışık huzmesi düşmüş ve sonsuza dek sabitlenmişçesine net
hatırlarız. Ömrümüz boyunca... Çünkü hafıza seçicidir ve kendi filminin
kayıtlarını yaparken tamamen öznel davranır.
Ben
de o geceyi o kadar iyi hatırlıyorum. Böyle kaza anlarında yaşanan şokun
etkisiyle, başından geçenleri yıllar sonra bile hiç hatırlamazmış çoğu kişi. Zihin,
kendi başına gelen acılara karşı kendini korumak için, varlığını tehdit eden ve
bütünlüğünün parçalandığı anları kaydetmekten özellikle kaçarmış diyorlar. Ben
de öyle olmak isterdim. Ama her anı hatırlıyorum. Dolunayın tepede olduğu aydınlık
bir geceydi, Chan Chan çalıyordu ve biz sakin dingin Ölüdeniz’e gidiyorduk. Sonra
parlak bir ışık, kulağı sağır edecek yükseklikte çığlıklar, dünyanın en tiz fren
sesiyle paramparça ve kırmızı oldu görüş açımdaki her şey. 26 yıllık geçmişim
gömüldü orada ve bir kılıç gibi kulağımdan ömrüme saplanan o tiz fren sesiyle
ve tuz buz olmuş kırmızı bir otomobil camından bakan gözlerle sil baştan, yeniden
başladı bütün gerçeklerim.
Bir
sürü ameliyattan, tedaviden sonra gözlerimi açabildim. Evet, sadece gözlerimi
açabildim. Çünkü sadece gözlerim vardı artık. Epikriz raporlarından, havada
uçuşan bütün o tıbbi terimlerden, testlerden, harflerden, sayılardan ve
yüzdelerden bir tortu gibi bana kalan, sadece 4 harf oldu; felç. Boynumdan
aldığım ağır bir hasar sonucu vücudumu hissedemeyecektim artık. Yani bacaklarım,
ayaklarım, kollarım ve parmaklarım yerlerinde olmayacak gibi olacaktı.
Çocukluğumda
evcilik oynadığım, ilkokulda elmaları birlikte kızarttığım, ortaokulda ilk
sırlarımı paylaştığım, lisede birlikte üniversite tercihi yaptığım, basketbol
takımında üçlük atış çalıştığım, üniversitede mikro iktisat soruları çözdüğüm,
bankada müşteri şikayetlerini göğüslediğim ve topuk tıkırtılarımı yarıştırdığım
bir sürü arkadaşım yıkıldılar önce. Tanrıya inanan da vardı aralarında
inanmayan da, az inanan çok inanan da; ama hepsinin verdiği mesaj netti: Bunun
Filiz’in başına gelmesi haksızlık Tanrım!
Sonra...
Evimin kapısından çıkıp dünyaya, lodosa, poyraza, yağmura, kara, çamura, ılık
ilkbahar yeline, nemli melteme, kuru sam yeline, denizin kumuna, midyesine,
denizanasına, yosuna, toprağa, üzüm bağına, zeytin ağacına, söğüt salkımına,
kavak gölgesine, bulut beyazına, kuzu yününe, çimen yeşiline, ovada ekili
ayçiçeğine, Budapeşte uçağına, Çin pirincine, Budist tapınaklarına, Muson
yağmurlarına, Küba purolarına, Che berelerine, New York sergi salonlarına, Münih
havaalanına, Berlin duvarına, Auschwitz’in ırk ayıplarına, Hiroşima’nın insanlık
kayıplarına, zemini halı kaplı plazalardaki ofislerine, suşi restoranlarına,
rakı sofralarına, ev sinema sistemlerine, 3 boyutlu gösteren gözlüklerine,
saksıdaki devetabanına, yani kendi küçük tarihlerini ve dünyanın büyük tarihini
fotoğrafladıkları sayısız ve türlü an’a karıştıklarında görevlerini yapmışlardı
artık. Evlerine dağıldılar. Kışın sıcacık, yazın serin, merdivenli evlerine ve
engelsiz, uçsuz bucaksız dünyalarına.
Yakınmıyorum. Biliyorum, herkes üzüldü, çok
üzüldü. Akrabalar, arkadaşlar, komşular. Herkes kendi penceresinden üzüldü, hem
de kendi başlarına gelmiş gibi kendilerinin en çok önem verdikleri şeylerden
başladılar üzülmeye. Kimi önce gençliğime yandı, kimi güzelliğime, kimi de
başarılı oluşuma. Ama sadece ablam, babam ve annemin hayatı benimkiyle birlikte
değişti. Ve ben o gün anladım “aile” olmak ne demek, ağlarsa anam ağlar ne
demek. Onları kaybedersem, şimdiden gördüm, öksüz olmak ne demek, yetim olmak
ne demek.
İlk
günlerde hasarın az olması umuduyla ve iyi bir fizik tedavi ile 6 aydan 2 yıla
kadar çok gelişme kaydedebileceğimi söylüyordu doktorlar. Ama 6 ay geçti ve ben
hala annemin ve ablamın desteği olmadan bir hiç gibi hissediyorum kendimi. Onların
yardımıyla kolumu 5-10 cm kadar kaldırabilirsem mutlu oluyoruz hepimiz. Artık kabul
etsem iyi olacak, iyileşemeyecek kadar çok hasar almış sinirlerim. Ben artık
yatağa bağımlı bir omurilik felçliyim. Kendimi bir hiç gibi hissediyorum mu
dedim. Hayır, hayır, bir hiç kadar bile hissedemiyorum kendimi.
Artık
kendi başıma hareket ettirebildiğim ellerim yok, bacaklarım ve ayaklarım yok.
Hatta bir idrar kesem bile yok. Mandallı bir sondam var, annemin veya ablamın
elleri olmasa hiçbir işe yaramayacak olan. Mesanemde ve böbreklerimde iltihap
olmasın diye 3-5 saatte bir mandalı açıyorlar kapatıyorlar.
Nasıl
da düzenli oldu yaşamım. Gece geç yatmalarımdan şikayetleri kalmadı annemin.
Babam arkadaşlarımla buluşmak için izin istememi beklemiyor artık benden. Hatta
kendisi getiriyor arkadaşlarımı eve. Ablam mavi çizgili kazağını giydiğim için artık
hiç kızmıyor bana.
Yemeğimi
bazen annem bazen ablam yediriyor özenle. Bilirsiniz, bir taşta hiç yağ yoktur.
Bir taş gibi yatacaksanız, sizde de 1 gram bile yağ olmaması gerekir ki, zaten
sağlığını kaybetmiş olan bedeninizde daha da fazla sağlık sorunları çıkmasın. “Bol
su, sebze ve lifli gıdalar” o günlerde en popüler üçlüydü bana bakan bütün doktorların
dilinde. Sözlerini dinledi ama her şeyi de onların istediklerine bırakır mı
annem, sevdiğim şeylerle sağlıklı yiyecekler arasında gidip geldi. Bir sarkaç
gibi. Bir gün patates kızartmasıyla kaçamak yaptıysak, ertesi gün brokoliyle
günah çıkarttık. Sinameki çayıyla çare buldu benim artık istesem de hiçbir
zaman hissedemeyeceğim sindirim sıkıntılarıma.
“Kullanılmadıkça
kaslar da erimeye başlar yavaş yavaş” dedi doktorlar. Başladı da. Neden
erimesinler ki, benim artık hükmedemediğim ve kullanmadığım kaslarım üzerinde
bir hak iddia etmeye ne hakkım olabilir. O yüzden ben o hakkı ablama devrettim.
Masajımı ablam yaptırıyor her gün, biraz sabah biraz akşam. Şimdi titreşimli
bir masaj cihazı da almış benim için. Ne tuhaf, nasıl hissettirdiğini ben
bilmiyorum, en çok kullanan ben olsam da. Hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim.
Hem
ait hem sahip olduğum en büyük varlığım, havalı yatağım. Beni hiçbir zaman
terketmeyeceğini bildiğim, hiç terketmeyeceğim. Vücudumda yara olmaması için
saf pamuklu çarşaflarda, 2 saatte bir çevrilerek yatıyorum bu havalı
arkadaşımla. Hiç şikayet etmiyor benden. Sessizce anlaşıyoruz. Ama hareketsiz
durduğu yerde sadece benim duyduğum bir ses çıkaran bir oda arkadaşım daha var.
Kazadan sonraki ilk günlerde iyileşeceğim umuduyla bir paralel bar yaptırmıştı
odamın sol duvar tarafına babam. Boydan boya. Ben o barda yürüyüş çalışmaları
yapacak, tamamen iyileşecektim. Şimdi öylece duruyor odada. Ve kemiriyor
babamın içini, biliyorum. Duyuyorum tıkır tıkır nasıl kemirdiğini. Onu oradan kaldırıp
erken vazgeçmiş olmakla, kaldırmayıp beni her gün acılarımla yüz yüze getirmek
arasındaki o çetin çelişkide gidip geliyor babam, bir o taraf bir diğer taraf kemiriyor
da kemiriyor babamın içini.
İlk
günlerde tavana bir ayna koydurmak istemiştim ben de Frida gibi. Ama üstüme
düşmesinden korktukları için bütün istediklerim içinde bir tek buna cesaret edemedi
annem babam. Sonra ben de düşündüm, benim Frida gibi kendi resimlerimi yapacak
kadar bile elim kalmadı dedim kendi kendime, çaresizliğimi de görmek istemediğimden
vazgeçtim sessizce. Ama karşı duvara bir ayna konduğunu gördüm bir sabah
uyanınca. Aynada kelebekler vardı. Uçuşan yüzlerce kelebek. Pembe, mor, kırmızı,
turuncu, sarı, yeşil kelebekler, küçük büyük.
Burada
hareketsiz yatıp, aynamdaki kelebeklere bakarken çocukluğumdan görüntüler
geliyor gözlerimin önüne sık sık. Rüyamsı, top top pamuksu bulutlar içinde. Ilık
bir ilkbaharda, kavuran bir yaz sıcağında, kar kıyamet bir kış gününde ya da
kederli bir sonbaharda, bir öğle sonrasında, Hayriye Teyze’nin iki sokak
ötedeki kızına giderken omzuna attığı pardösüsü, pencereden bir örtü silken
Melahat Teyze’nin sarı saçları, her daim dükkanının camekanından bizi seyreden
bakkal Ali Amca’nın kulağındaki kalemi ve bizim oyunlarımızla dolu anları
gösteren o sokak resmindeki bütünlük şimdi nerede… Oysa bugüne kadar hiç de
güzel bir çocukluğum olduğunu düşünmemiştim. Yaşamış geçmiştim. Ama artık o
kadar ulaşılmaz geliyor ki o günler, biri bana bir masal anlatmış sanki. O
zaman anlıyorum, önemli olanın anlatılan hikaye değil, hikayenin nasıl
hatırlandığı ve anlatıldığı olduğunu.
*
* *
Şimdi
geçmişimi yeniden kurgulayarak, bugünümü yaşıyorum ve yeni anılar oluşturuyorum
gelecekte hatırlamak için. Eskiden farkında olmadan yaptığım şeyleri
hatırlıyorum ya da hiç göremediklerimi farkediyorum.
Özleyecek
ne çok şey varmış meğer. Yürümek, koşmak, yemek yemek, elimi yanağıma koyup
düşüncelere dalmak, dizlerimi kendime çekip önümde açık duran romanı okumak,
kitabın sayfalarını çevirmek mesela, kitaba dokunmak. Ağırlığını hissettiğim
kitapların, gerçek kağıttan, incecik veya kalın sayfalarına dokunmak. Kitapların
sayfalarına dokunup kitabın kendisinden bağımsız olarak kalite notları vermek
yayınevlerine. Adi, pelür kağıdı gibi incecik kağıt kullananlar, iç kapak
sayfasını renkli yapanlar, kalın tok kağıtlara en güzel harflerle, kaliteli
mürekkeple baskı yapanlar. Kırmızı, mor, kısa adlı, uzun adlı, yazarı tanınmış,
tanınmamış, klasik, modern; bütün o kitapları basan yayınevlerine.
Banyo
yapmayı özlüyorum mesela, suyu ve köpükleri ellerimde ve tenimde
hissedebilmeyi. Sabun temizliğindeki nemli tenimi. Hatta parmaklarımın
buruşmasını. Sudan pek de hoşlanmayan Pamuk’a doğru ıslak saçlarımı savurup onu
kaçırmayı.
Pamuk’u
özlüyorum. Ondan neden bir anda uzaklaştığıma altı aydır anlam veremeyen ve
ısrarla hala üstüme atlayan ve okşanmayı bekleyen Pamuk’un ipek gibi tüylerine
dokunmayı. Arada sırada evin bir ucundan diğer ucuna doğru koştururken
gözlerimin içine baktığını görüyorum, “Hadi gel kovalamaca oynayalım” diyen
bakışlarını. “Gelemem Pamuk” diyorum ona, işte o an bir damla yaş dökülüyor
gözümden.
Okul günlerimi özlüyorum. Haftaya,
yeniden hatırlayacağım o günleri de kafamda. Ders bitince hemen eve gelmeyeceğim
mesela, baharda bahçelerde daha çok zaman geçireceğim. Daha çok yaprağa dokunacağım.
Daha çok çiçeği koklayacağım. Daha çok kedi seveceğim sokak aralarında, daha
çok köpek besleyeceğim, daha çok sokak
çocuğunun gözlerinin içine bakacak, başını okşayacağım. Daha çok simit atacağım
martılara, güvercinlere. Arkadaşlarımla Yıldız Parkı’nda erguvan ağaçlarının
dibinde daha sık piknik yapacağım, okulda
400 kişilik kalabalık amfide sıcacık bir köşe bulup bütün teori kitaplarını
okuma, akademisyen olma hayallerine dalacağım. Daha çok kahkaha atacağım kantinde,
okul merdivenlerinden yuvarlanıp bütün kantin bana güldüğünde “Acımadı ki,
acımadı ki…” diyeceğim.
Ama
bu hafta, ofisi özlüyorum. Ya evet, ofisi bile özlüyorum. Mutluluklarını ve
mutsuzluklarını. Çalışmaya bir Şubat günü başlamıştım. İşe ilk girdiğim
günlerde sıcacık ofiste çalışır ve bana verilen ufak tefek işleri bitirip
şefime uzattıktan ve hırkamı çıkarıp koltuğuma astıktan sonra düşünürdüm, “Çalışmak
bu mu yani, yaptığım bu basit işler için bana ay sonunda o kadar para mı
verecekler.” O günlerdeki o masum mutluluk hissini kanıksadım çok geçmeden ve
alıştım 3 kuruş para kazanmak için bunca çalışmaktan şikayetçi olma hissine. Haksızlıkları
gördüm, haklı nedenlerim de vardı şikayet etmek için. Şimdi o Filizlerin
ikisini de alıyorum yanıma, hafızamda yanyana koyuyorum. Maaş bordromda
çalışmamın karşılığını görüp seviniyorum, ayaklarımı terleten naylon çoraplardan
giyip, topuklu ayakkabılarımın her bir çiftine mutsuzluğumu kusmak istediğimde
de fırlatıp atıyorum onları, üstüme yapışan bütün haksızlıklarla birlikte bütün
kötülüklerden ve çirkinliklerden sıyrılıyorum.
En
çok tiyatroya gitmeyi özlüyorum. Alkışlamayı hiç özlediniz mi siz, ben özlüyorum.
Burada, bu tarafta daha çok tiyatroya gidiyorum artık. Daha çok baleye,
operaya. Carmen’in belki bin defa izledim. Madam Butterfly oğlunu bana emanet
etti geçenlerde. Tchaikovski’nin Odile’i ve Odette’i aslında benim. Tango
kursuna da yazılırım belki önümüzdeki yıl. Bu yıl doluyum çünkü, Harmandalı
sözü aldım bir arkadaşımdan.
*
* *
Çocuktum, 4-5 yaşlarında.
Şehirlerarası bir yolculukta, kıpkırmızı bir tarla görmüştüm. Hayatımda ilk
defa. Nefesim kesilmişti güzelliğinden. Kazadan sonra gözlerime mıhlanan
kırmızı dünya, şimdi o kıpkırmızı gelincik tarlası. O tarlada bir gelinciğim
ben de artık. Yüzüyorum, benim gibi
sayısız arkadaşımla. Rüzgâr incecik yapraklarımızda.
İltür A.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder