2 Mayıs 2013 Perşembe

1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI

Dün 1 Mayıs İşçi Bayramı’ydı ya, “Biz de işçiyiz, bayramımız kutlu olsun. Hehehe…” diyerek pişkin pişkin birbirlerinin bayramını kutlamaya kalkışan sevimsizler çıkmıştır aramızdan, eminim. Ben bu bayram işsiz bir işçi olduğumdan hepsinden uzakta steril kaldım, çok şükür. Önce onlar için söyleyeyim, 1 Mayıs 364 gün boyunca patronuna, müdürüne, şefine yalakalık yapıp da 1 günlüğüne işçiliğini hatırlayanların bayramı değildir. Çalışma yaşamındaki sömürünün azaltılabilmesi için, yani sizin şimdi ofiste 9.00-17.00 saatleri arasında çayınızı kahvenizi içerek, bol bol internete girip hesaplarınızı, maillerinizi ya da kişisel birikimlerinizi kontrol ederek, mola saatlerini kullanmayı da ihmal etmeyerek çalışıp evinize servis aracında uyuklayarak gittiğinizde “Of bugün de çok yoruldum” diyebilmeniz için, binlerce insanın, ki buna 8-10 yaşlarındaki çocuk ve karnı burnunda hamile kadın işçiler de dahil, maden ocaklarında, ölümcül kimyasallara ve güvensiz makinelerde hayati risklere maruz kalınan ağır sanayide, günlük 18 saate kadar çıkan çalışma saatleri altında, hiçbir ücret standardı ve asgari ücret sınırı olmadan, hiçbir sağlık güvencesi sağlanmayan, emeklilik gibi bir haktan söz edilemeyen yıllarda, çok değil yakında, 18. ve 19. yüzyıllarda kapitalizmin bir güneş gibi parladığı hatta ortalığı yaktığı yıllarda verdikleri kanlı ve ölümlü mücadelelerinin eseridir.
Ben bugün size çalışma ekonomisi tarihi anlatmayacağım. Benim paylaşmak istediklerim 1 Mayıs’ın geldiği noktaya insanların bulundukları mesafeden baktıkları noktalar. Twitter ve facebook mesajları. Biliyorsunuz, bunlar yani sosyal medya dedikleri şey aslında toplumun nabzı. Ve bence geldiğimiz yer hiç de ferah bir muhit değil. Bilinçsizlik diz boyu. Yüzeysellik diz boyu. Tahammülsüzlük diz boyu. Ukalalık da öyle. İşte gelinen nokta:
Genco Erkal, 54 yıllık tiyatro sanatçısı, ömrünce desteklediği emeğin bayramında emekçilerle birlikte olmak için evinden çıktığında biber gazına maruz kaldı ve bir apartmana sığınmak zorunda kaldı. Yani sevinci yarım bırakıldı. Sindirildi. Sindirilemez ama o an için etkisiz hale getirildi mi, getirildi. Sonuç budur. Esefle…
Polisi savunan ve onların da emekçi olduğunu, sırf PKK da orada diye onlara karşı silah olarak gören savunan çok insana rastladım mesela. 1 Mayıs kutlamalarına çoğunluğun PKK’lıları desteklemek gibi bir amaçla katıldığını sanıyorlardı. Takılmışlar orada belli ki. Terör ile solculuğu karıştırmışlar. Emeğin hak mücadelesi için orada bulunan insanlar PKK propagandacısına dönüşmüş kafalarında. Türkiye’nin bölünmüşlüğünü çok acı vurdu yüzüme. 1 Mayıs İşçi Bayramı başka şey, terör propagandası başka. İkisini ayırmayı becerebilmeliydik. Orada marjinal gruplar da olacaktı, bu normal. Ama 1 Mayıs için gelen örgütlü sivil toplum kuruluşlarına da sindirme politikası uygulanmasına gerek yoktu. Marjinal grup yanda küçük bir grup olarak yürür, sen kendi grubunla yürürsün. Ama çok insan ülkenin bölünmemesi için en samimi duygularla hassasiyet geliştirmiş kendi aklınca. “Yüzü maskeli 20’li yaşlarında gençlerin emekle ne ilgisi var, teröristti onlar, polis de iyi yaptı” diyen çok insan vardı dün. Ama, ah işte ah! Bu insanlar gibi galeyan birlikleri yüzünden buralara geldi bu ülke. Onlar gibi bu “12 Eylül’de askeri anayasaya evet diyelim de, huzur gelsin” kafası yüzünden.
Bu yukarda saydığım insanlardan biri de Şahan Gökbakar. Beyinsiz bir tiplemeyle trilyonlar kazanan ve bunu da bir övünç kaynağı olarak vurgulayan bu komik adam, devletin faşist ve baskıcı tutumunu alenen destekledi. Mesnetsiz  desteğinde ve cehaletinde inat etti. İzin verilen yerde, izin verildiği şekilde, izin verildiği kadar başkaldırmayı önerdi. Millet, özellikle de sanatçı kesimden duyarlı insanlar kendisine kibarca cevap vermeye, cehaletini daha fazla açığa vurmasını önlemeye çalıştılar önce. Ama adamın potansiyeli Recep İvedik. Millet meydanlarda su ve gaz mı yesin, bu adamın sinir bozucu ve tahrik edici mesajlarıyla mı uğraşsın bilemedi. Bıraktılar sonra. Hak mücadelelerini bu kadar sığ sulardan izleyip de ahkam kesmek, çalışma hayatının tarihini bir kalemde silip atabilmek bu kadar kolay olmamalıydı. Kapitalin adamına da çalışan ve emekçi olduğunu iddia eden bunca insan hep bir ağızdan hak vermemeliydi. Ama oldu işte. Karşı çıkanlardan çok onu destekleyenler vardı. Cehaletini tarafını seçtiğini gösterdi insanlar. Hak ve özgürlükleri değil de baskıcı bir anlayışı destekleyenler çoğunluktaydı.
Polisin hiç de masum olmadığını, orantısız güç kullandığını kendilerine söyleyince de düşünce özgürlüklerine sığınıp, “Ben böyle düşünüyorum” dediler ki, en tehlikeli yanına kaçtılar özgürlük fikrinin. Bu konuyla ilgili en güzel cevap da Memet Ali Alabora’dan geldi: “Bir olay yaşandığında mazlumla değil zalimle empati kurmak; farklı düşünmek, fikrini söylemek oldu. Siz şahın yanında durun. Mazlumun ahı...” diyerek benim için noktayı koydu güzel insan Memet Ali Alabora.
Dilan isimli bir genç kız ne yazık ki 1 Mayıs 2013’ün sembolü oldu, başına aldığı bir gaz bombası ile ölümcül derecede yaralanarak. Babası Hey Tekstil’de hakları yenen işçilerden biri. Serdar Gül ve Meral Dönmez de diğer iki isim polisin gaz fişeklerinden nasibini alan. İyiye gittiklerine dair haberler var ama başka türlü de olabilirdi, önce polis direnmeseydi. İnsani bir kutlama da mümkündü çünkü.
Dün gördük, Havana, Londra ve Edinburgh’dan İşçi Bayramı fotoğrafları geldi telefonlarımıza. Biliyorsunuz, bu ülkelerdeki çalışanlar orada bizler kadar haksızlıklara uğramıyorlar. Yine de çıkıyorlar meydanlara, sloganlar atıp hakları için taleplerini söylüyorlar, kutluyorlar bayramlarını istedikleri yerde. Mücadelelerini istedikleri meydanda yapıyorlar. Ve polis müdahale etmiyor. Ortalıkta polis bile göremedim ben. Olsa olsa eylemcilerin güvenliğini sağlamak için tek tük. Ama burada, asgari ücretin 773 tl ve açlık sınırının 1012 tl olduğu ülkemde hak mücadelesi yapmak yasak. Çünkü onlarda demokrasi var, bizde ileri demokrasi!
90’lı yılların ortasında yine böyle bir 1 Mayıs günü, yanılmıyorsam Kadıköy Meydanı’ndaki kutlamalarda olay çıkmış ve 15 yaşındaki bir genç işçiye polisin kullandığı orantısız gücün fotoğrafının üstüne “Bu öfke kime ve niye!” şeklinde bir manşet atılarak çıkmıştı 2 Mayıs tarihli Hürriyet Gazetesi. Şimdi o günlerden ne kadar uzağız. Çember ne kadar daraldı, görüyor musunuz?
''İşçi bayramında işçi olmayanların işi ne'' mantığındakiler de izlediğim bir başka göstergesiydi bastırılmışlığımızın. Bu insanlar işlerine geldiği yerde, üstelik çoğu zaman pişkince kullandıkları “Susma, sustukça sıra sana gelecek” cümlesinin gerçek olmadığını, bir eğlence deyimi olduğunu düşünüyorlar sanırım. Oysa, sıra gerçekten de onlara geldiğinde, tüm hak ve özgürlükleri ellerinden alındığında, o eleştirdikleri “çıkıntı ve protest” yani “herşeye muhalefet” olan insanlarla yanyana duruyor olacaklar. Konjonktür değişir, iktidar değişir, güç odakları değişir ve kimin yandaşı olarak güçlü kalacaklarına karar veremezlerse hayat onları ters köşeye yatırabilir.
 “Iphone’la emek mücadelesine mi gelinir” gibi mesajlar da okudum dün. ''İşçi bayramında işçi olmayanların işi ne'' kadar sığ ve tehlikeli bir düşünce bu da. Emekçinin de bir gün Iphone’u olması için hep birlikte omuz omuza verilen bir mücadeledir bu. Anlayana…
İstanbul Valisinin açıklamalarına gelince insan kendini başka bir ülkede, başka bir günü yaşıyormuş gibi hissediyor gerçekten. Hangi söylediğine değinmek istesem diğeri eksik kalacak. Yaralanan kişilerin çoğunun polis olduğunun açıklanmasına mı, yaralanan 3 kişinin de marjinal gruplardan olduğuna ve bunların taş atarken kendi davranışlarının bedelini ödedikleri yolundaki gözdağına ve insan sevgisizliğine mi, orantılı güç kullanıldığına mı, halkın piknik yaparak 1 Mayıs’ı geçiremediklerine olan üzüntülerine mi, “Biz size uygun yer göstermiştik, ama siz uslu durmadınız, inat ettiniz illa Taksim olacak diye” şeklinde bir ileri bir geri sallanan işaret parmağına mı. Açın okuyun, çekilen fotoğraflara bakın, istediğinize inanın. Burası bitmeyen masallar ülkesi, Türkiye.
“İnsanlık tarihi Hitler'den nasıl utançla bahsediyorsa sizi de öyle anacak...” diyor bir yazar, Onur Caymaz. Kayda değerdir bence. İbret açısından.
Mücadele meydanlarda, baskı rejimi gaz fişeklerinin ve su panzerlerinin arkasında, onların destekçileri ise klavye başındaydı.
Taksim’e çıkmakta ısrar edenleri eleştiren halktan, sanat camiasından, basın camiasından herkese şunu hatırlatmak lazım, "Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir." demiş Ernesto Che Guevara. Ama biz maşallah susuyor, çalışıyor ve bir gün sıranın bize de gelmesini bekliyoruz. “En başta o sarı ineği vermeyecektik” demek için…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder