Dün 1 Mayıs İşçi Bayramı’ydı ya, “Biz de
işçiyiz, bayramımız kutlu olsun. Hehehe…” diyerek pişkin pişkin birbirlerinin bayramını
kutlamaya kalkışan sevimsizler çıkmıştır aramızdan, eminim. Ben bu bayram işsiz
bir işçi olduğumdan hepsinden uzakta steril kaldım, çok şükür. Önce onlar için
söyleyeyim, 1 Mayıs 364 gün boyunca patronuna, müdürüne, şefine yalakalık
yapıp da 1 günlüğüne işçiliğini hatırlayanların bayramı değildir. Çalışma yaşamındaki
sömürünün azaltılabilmesi için, yani sizin şimdi ofiste 9.00-17.00 saatleri
arasında çayınızı kahvenizi içerek, bol bol internete girip hesaplarınızı,
maillerinizi ya da kişisel birikimlerinizi kontrol ederek, mola saatlerini
kullanmayı da ihmal etmeyerek çalışıp evinize servis aracında uyuklayarak
gittiğinizde “Of bugün de çok yoruldum” diyebilmeniz için, binlerce insanın, ki
buna 8-10 yaşlarındaki çocuk ve karnı burnunda hamile kadın işçiler de dahil,
maden ocaklarında, ölümcül kimyasallara ve güvensiz makinelerde hayati risklere
maruz kalınan ağır sanayide, günlük 18 saate kadar çıkan çalışma saatleri
altında, hiçbir ücret standardı ve asgari ücret sınırı olmadan, hiçbir sağlık
güvencesi sağlanmayan, emeklilik gibi bir haktan söz edilemeyen yıllarda, çok
değil yakında, 18. ve 19. yüzyıllarda kapitalizmin bir güneş gibi parladığı
hatta ortalığı yaktığı yıllarda verdikleri kanlı ve ölümlü mücadelelerinin
eseridir.
Ben bugün size çalışma ekonomisi tarihi
anlatmayacağım. Benim paylaşmak istediklerim 1 Mayıs’ın geldiği noktaya
insanların bulundukları mesafeden baktıkları noktalar. Twitter ve facebook
mesajları. Biliyorsunuz, bunlar yani sosyal medya dedikleri şey aslında
toplumun nabzı. Ve bence geldiğimiz yer hiç de ferah bir muhit değil. Bilinçsizlik
diz boyu. Yüzeysellik diz boyu. Tahammülsüzlük diz boyu. Ukalalık da öyle. İşte
gelinen nokta:
Genco Erkal, 54 yıllık tiyatro sanatçısı, ömrünce
desteklediği emeğin bayramında emekçilerle birlikte olmak için evinden
çıktığında biber gazına maruz kaldı ve bir apartmana sığınmak zorunda kaldı.
Yani sevinci yarım bırakıldı. Sindirildi. Sindirilemez ama o an için etkisiz
hale getirildi mi, getirildi. Sonuç budur. Esefle…
Polisi savunan ve onların da emekçi olduğunu,
sırf PKK da orada diye onlara karşı silah olarak gören savunan çok insana
rastladım mesela. 1 Mayıs kutlamalarına çoğunluğun PKK’lıları desteklemek gibi
bir amaçla katıldığını sanıyorlardı. Takılmışlar orada belli ki. Terör ile solculuğu
karıştırmışlar. Emeğin hak mücadelesi için orada bulunan insanlar PKK propagandacısına
dönüşmüş kafalarında. Türkiye’nin bölünmüşlüğünü çok acı vurdu yüzüme. 1 Mayıs
İşçi Bayramı başka şey, terör propagandası başka. İkisini ayırmayı
becerebilmeliydik. Orada marjinal gruplar da olacaktı, bu normal. Ama 1 Mayıs
için gelen örgütlü sivil toplum kuruluşlarına da sindirme politikası
uygulanmasına gerek yoktu. Marjinal grup yanda küçük bir grup olarak yürür, sen
kendi grubunla yürürsün. Ama çok insan ülkenin bölünmemesi için en samimi
duygularla hassasiyet geliştirmiş kendi aklınca. “Yüzü maskeli 20’li yaşlarında
gençlerin emekle ne ilgisi var, teröristti onlar, polis de iyi yaptı” diyen çok
insan vardı dün. Ama, ah işte ah! Bu insanlar gibi galeyan birlikleri yüzünden
buralara geldi bu ülke. Onlar gibi bu “12 Eylül’de askeri anayasaya evet
diyelim de, huzur gelsin” kafası yüzünden.
Bu yukarda saydığım insanlardan biri de Şahan
Gökbakar. Beyinsiz bir tiplemeyle trilyonlar kazanan ve bunu da bir övünç
kaynağı olarak vurgulayan bu komik adam, devletin faşist ve baskıcı tutumunu alenen
destekledi. Mesnetsiz desteğinde ve cehaletinde
inat etti. İzin verilen yerde, izin verildiği şekilde, izin verildiği kadar
başkaldırmayı önerdi. Millet, özellikle de sanatçı kesimden duyarlı insanlar kendisine
kibarca cevap vermeye, cehaletini daha fazla açığa vurmasını önlemeye çalıştılar
önce. Ama adamın potansiyeli Recep
İvedik. Millet meydanlarda su ve gaz mı yesin, bu adamın sinir bozucu ve tahrik
edici mesajlarıyla mı uğraşsın bilemedi. Bıraktılar sonra. Hak mücadelelerini bu
kadar sığ sulardan izleyip de ahkam kesmek, çalışma hayatının tarihini bir
kalemde silip atabilmek bu kadar kolay olmamalıydı. Kapitalin adamına da
çalışan ve emekçi olduğunu iddia eden bunca insan hep bir ağızdan hak
vermemeliydi. Ama oldu işte. Karşı çıkanlardan çok onu destekleyenler vardı. Cehaletini
tarafını seçtiğini gösterdi insanlar. Hak ve özgürlükleri değil de baskıcı bir
anlayışı destekleyenler çoğunluktaydı.
Polisin hiç de masum olmadığını, orantısız güç
kullandığını kendilerine söyleyince de düşünce özgürlüklerine sığınıp, “Ben
böyle düşünüyorum” dediler ki, en tehlikeli yanına kaçtılar özgürlük fikrinin. Bu
konuyla ilgili en güzel cevap da Memet Ali Alabora’dan geldi: “Bir olay
yaşandığında mazlumla değil zalimle empati kurmak; farklı düşünmek, fikrini
söylemek oldu. Siz şahın yanında durun. Mazlumun ahı...” diyerek benim için noktayı
koydu güzel insan Memet Ali Alabora.
Dilan isimli bir genç kız ne yazık ki 1 Mayıs
2013’ün sembolü oldu, başına aldığı bir gaz bombası ile ölümcül derecede yaralanarak.
Babası Hey Tekstil’de hakları yenen işçilerden biri. Serdar Gül ve Meral Dönmez
de diğer iki isim polisin gaz fişeklerinden nasibini alan. İyiye gittiklerine
dair haberler var ama başka türlü de olabilirdi, önce polis direnmeseydi.
İnsani bir kutlama da mümkündü çünkü.
Dün gördük, Havana, Londra ve Edinburgh’dan
İşçi Bayramı fotoğrafları geldi telefonlarımıza. Biliyorsunuz, bu ülkelerdeki
çalışanlar orada bizler kadar haksızlıklara uğramıyorlar. Yine de çıkıyorlar
meydanlara, sloganlar atıp hakları için taleplerini söylüyorlar, kutluyorlar
bayramlarını istedikleri yerde. Mücadelelerini istedikleri meydanda yapıyorlar.
Ve polis müdahale etmiyor. Ortalıkta polis bile göremedim ben. Olsa olsa
eylemcilerin güvenliğini sağlamak için tek tük. Ama burada, asgari ücretin 773
tl ve açlık sınırının 1012 tl olduğu ülkemde hak mücadelesi yapmak yasak. Çünkü
onlarda demokrasi var, bizde ileri demokrasi!
90’lı yılların ortasında yine böyle bir 1
Mayıs günü, yanılmıyorsam Kadıköy Meydanı’ndaki kutlamalarda olay çıkmış ve 15
yaşındaki bir genç işçiye polisin kullandığı orantısız gücün fotoğrafının
üstüne “Bu öfke kime ve niye!” şeklinde bir manşet atılarak çıkmıştı 2 Mayıs
tarihli Hürriyet Gazetesi. Şimdi o günlerden ne kadar uzağız. Çember ne kadar
daraldı, görüyor musunuz?
''İşçi bayramında işçi olmayanların işi ne''
mantığındakiler de izlediğim bir başka göstergesiydi bastırılmışlığımızın. Bu
insanlar işlerine geldiği yerde, üstelik çoğu zaman pişkince kullandıkları “Susma,
sustukça sıra sana gelecek” cümlesinin gerçek olmadığını, bir eğlence deyimi
olduğunu düşünüyorlar sanırım. Oysa, sıra gerçekten de onlara geldiğinde, tüm
hak ve özgürlükleri ellerinden alındığında, o eleştirdikleri “çıkıntı ve
protest” yani “herşeye muhalefet” olan insanlarla yanyana duruyor olacaklar.
Konjonktür değişir, iktidar değişir, güç odakları değişir ve kimin yandaşı
olarak güçlü kalacaklarına karar veremezlerse hayat onları ters köşeye
yatırabilir.
“Iphone’la
emek mücadelesine mi gelinir” gibi mesajlar da okudum dün. ''İşçi bayramında
işçi olmayanların işi ne'' kadar sığ ve tehlikeli bir düşünce bu da. Emekçinin
de bir gün Iphone’u olması için hep birlikte omuz omuza verilen bir mücadeledir
bu. Anlayana…
İstanbul Valisinin açıklamalarına gelince
insan kendini başka bir ülkede, başka bir günü yaşıyormuş gibi hissediyor
gerçekten. Hangi söylediğine değinmek istesem diğeri eksik kalacak. Yaralanan
kişilerin çoğunun polis olduğunun açıklanmasına mı, yaralanan 3 kişinin de
marjinal gruplardan olduğuna ve bunların taş atarken kendi davranışlarının
bedelini ödedikleri yolundaki gözdağına ve insan sevgisizliğine mi, orantılı
güç kullanıldığına mı, halkın piknik yaparak 1 Mayıs’ı geçiremediklerine olan
üzüntülerine mi, “Biz size uygun yer göstermiştik, ama siz uslu durmadınız, inat ettiniz illa Taksim olacak diye” şeklinde bir ileri bir geri
sallanan işaret parmağına mı. Açın okuyun, çekilen fotoğraflara bakın, istediğinize
inanın. Burası bitmeyen masallar ülkesi, Türkiye.
“İnsanlık tarihi Hitler'den nasıl utançla
bahsediyorsa sizi de öyle anacak...” diyor bir yazar, Onur Caymaz. Kayda
değerdir bence. İbret açısından.
Mücadele meydanlarda, baskı rejimi gaz fişeklerinin
ve su panzerlerinin arkasında, onların destekçileri ise klavye başındaydı.
Taksim’e çıkmakta ısrar edenleri eleştiren
halktan, sanat camiasından, basın camiasından herkese şunu hatırlatmak lazım,
"Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir." demiş
Ernesto Che Guevara. Ama biz maşallah susuyor, çalışıyor ve bir gün sıranın
bize de gelmesini bekliyoruz. “En başta o sarı ineği vermeyecektik” demek için…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder