31 Aralık 2013 Salı

2014


 
Yaşadığım her yıl dramatik bir film öyküsü gibi geçiyor yaş ilerledikçe. Güzel başlayıp felaketlerle biten ya da kötü başlayıp güzel sürprizlerle heyecanlandırır hale gelen. Eskiden böyle olmazdı. Ortadan giderdim. Öyle sanırdım belki de. Hayat okumasını öğrenmemiş olduğum bir kitaptı belki henüz. Ya da yaşlandım, dümdüz söyleyişle. Kendimi ve yaşamımı fazla önemsemeye başladım. Büyük anlamlar yükledim yaşadıklarıma. Ve hep bir felaketler senaryosunda ya da bir peri masalında yaşama eğilimine dönüştü zihnimde yaşama verdiğim anlam. Gençken yaşamaktan düşünmüyor insan, zamanın değerini anladığımız o gün iniyor hayatın sırrının o minik güç anahtarı. Sonra zaman bir süre daha ilerliyor ve içindeki zembereğin etkisiyle yavaş yavaş yukarı doğru çıkıyor ve atıyor tık diye. İşte o saatten sonra ne yaşam ne ölüm; herşey görünmezliğini yitiriyor.

Her geçen yıl daha fazla kayda geçirmeye çalışıyor insan kendi hayatını, yine o önemlilik kuruntusu ya da unutkanlık korkusu ile. Örneğin ben okuduğum kitapları, faturalarımı, tedavilerimi, günlük işlerimi, yapacaklarımı, yapacaklarımı ne kadarını yaptığımı daha fazla not alır oldum bir yerlere. Daha fazla ve daha ayrıntılı.

Sadece kedilerimle ve kendi iç sesimle yaşıyorum, bütün bunlar da sadece bundan belki.

 

Herkese gönlünden geçirdiği gibi 2014 dilerim.

 

İltürA.

 

 

13 Aralık 2013 Cuma

kar yağar insanlığımızın üstüne


Günlerdir kar yağıyor ülkede. Kar günlerdir kimine sevinç, kiminin dilinde küfür. Oysa “İkimiz birden sevinebiliriz” der Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı adlı şiirinde. Şiirin konusu benim şimdi dilimden dökeceğim kelimelerden farklıdır ama iki kişinin aynı anda ve birlikte sevinebileceğini anlatır.

Hem hayvanları, hem yoksulları düşünmek hem de karı sevmek mümkün. Bu bir kişilik problemi, sevgi yetersizliği ya da bir tercih meselesi değil. Kar sevinci diye bir şey var nihayetinde. Gökyüzünden yere doğru inen ve her biri eşsiz pamuk parçalarını sevmemek mümkün mü. Hayallere dalmamak, kitabının yanına koyduğun sıcacık bir fincan saleple ellerini ısıtmamak.

Ama bir tek şartı var kar sevincinin. Ellerin donarak geleceksin evine. Ve yemek kokacak ellerin, kolayca yesinler diye parmaklarınla son bir kez karıştırdığın için. Köşe başındaki sokak kedisinden, sokak köpeğinden bahsediyorum, evet. Ona soğuklardan korunması için yapmış olduğun yuvada bulacaksın onu. Her gün, onun seni beklediği saatte onu doyurmuş, donmuş suyunu tazelemiş olacaksın.

Barınaklara da gideceksin tabii böyle zamanlarda. Ve çöplüklere, kimsesiz başıboş çöplük köpeklerine de götüreceksin dünyanın nimetlerini. Ormanda hayat mücadelesi verenlere de. Yetmese de... Hiçbir zaman yetmeyecekse de... Karnından parçalanmış bir orman çocuğunun acısını içinden hiçbir zaman silmeyeceksin.

Ve unutmayacaksın, çilekeş yoksulların donarak ölen çocuklarını. Elini gerekirse dağların ötesine uzatacaksın. Uzatamasan da uzanacaksın uzanabildiğin yere... Van senin en büyük acın, en büyük gerçeğin; gideceksin!
 

Şimdi sevinebilirsin yağan kara. Kendi payına bir tutam mutluluk molası verebilirsin. Çokça mahcup, çokça huzursuz, derin bir suçluluk duygusuyla olsa da...

 

İltür A.

26 Ekim 2013 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ(*)


Kurulduğundan beri yılda sadece iki kez çalışan ama çalışmazsa da milyonlarca dolarlık zararlara, iktisadi şaşmalara sebep olacak olan ve bu yüzden çok çok mühim bir kurum olarak 210 gündür  bugünü bekleyen enstitü nihayet muradına eriyor: Saatleri Ayarlama Enstitüsü(*) 27 Ekim’de tam 04:00’da iş başında. Neden böyle bir saati seçtikleri bilinmez ama vardır bir kerameti. Yılda sadece iki kere çalışmak için kurulmuş olan bu çok mühim müessesenin hikmetinden sual olunabilir mi.

Bundan 210 gün önceydi.

“Günışığından daha fazla yararlanmak için,”

“Enerji kaynaklarının kullanımında bilmem kaç milyon dolarlık tasarruf için,”

saatleri ileri aldık dediler.

O gün 23 saat yaşadık.

Ama aslında kimse gerçekte bilemedi sebebini. Hiçbirimizin cebine tasarruf ettiği söylenen dolarlar girmedi. Sonuçlarını göremedi kimse, ama hep beraber katlandı sonuçlarına. Kimileri okuluna, işine erken gitti, geç kaldı bu karışık mevzu yüzden. Azar işitti geç kalınca, erken gittiği için alay konusu oldu.

Kimileri yükselen burcunu yıllarca yanlış bildi bu yüzden. Malum yükselen burçlar saatlere göre belirleniyor. Saatler o tarihte yaz saati miydi kış saati miydi derken, yıllarca kişiliklerini başka bir burcun cenderesinde yaşamaya zorladı insanlar. Ne zaman ki öğrendiler gerçek yükselen burçlarını, o zaman rahatladılar, “Evet, ben aslında bu değildim” dediler.

Kimileri vardı, saatler ileri alındıktan sonra, geri alınmadan önce, işte tam o arada bu dünyadan göçüp gittiler. 1 saat eksik yaşamış oldu onlar. Ekonomi kartellerinin, ağa babalarının daha çok para kazanması için kendilerinden çalınan o 1 saati geri alamadan gittiler. Zaman mutlaktır, ölümden sonra saatin önemi yoktur belki ama kayıtlara göre 1 saat erken girmiş oldular ölüme.

Bugün tatil günü. Çoğu kimse için. Dilediğince geçirebileceği bir Cumartesi akşamı. Hava da güzel sayılır, çok soğuk değil. Şimdi ister yeyin, için, eğlenin, sosyalleşin, ister içinize dönün, evinize kapanın, kitap okuyun ya da film seyredin. Ama ne yaparsanız yapın, saatlerinizi geri almayı unutmayın.

Bazıları gibi gecenin 04.00’üne saatinizi kurun, kalkıp evdeki bütün saatlerinizi 1 saat geri alın. Şimdi 1 saat daha fazla uyuyabilirsiniz. Tatlı rüyalar dileyin yanınızda biri varsa.

Ya da bazılarının yapacağı gibi gece yatmadan önce geri alın saatlerinizi. Şimdi  1 saat daha fazla yaşayabilirsiniz. Size geri dönen o 1 saati ister kayıtlı, ister kayıtdışı bir uzamda istediğiniz gibi değerlendirebilirsiniz. İstediğinizi yapabilirsiniz. Kimseler bilmez. Çünkü o aslında yok gibi. Çünkü o 25. saat.

İltür A.

 (*) Ahmet Hamdi Tanpınar’a selam olsun. Saygıyla...
 
 

14 Ekim 2013 Pazartesi

isimsiz bir yazı da mümkün... damlamasa da kokusu alınan kan gibi.


 

 

@birhankeskin şiirleri okuyup ağlarken, kendimi bu dünyanın ortasına amaçsızca atılmış bir 'bok' gibi hissettim. Faydasız, çirkin ve rahatsız edici. Alabildiğine... Herkes için. Kimin temizleyeceği belli olmayan, gözlerin tam ortasında, gözlerin reddiyle dolu.

 

Uçsuz bucaksız bir zulüm gibi hayat.

 

Başka bir hayat mümkün müydü, diye soruyorum. Olabildiğimce objektif olmaya çalışıyorum. Sorularımı sorarken de cevaplarımı ararken de. Bulamıyorum doğru cevapları, veremiyorum. Susuyorum. Sevmediği dersine çalışmamış bir ilkokul çocuğu gibi pısırık ve taş sessizliğinde tahtada, ama kendi olmaktan başka yolu olmadığı için kendini suçlu hissetmeyen. Ya da, işsiz bir babanın çocuğu olmanın utancına kılıflar ararken okulun ilk günü, yeni öğretmen karşısında. Ezilip büzülen, başkalarının utançları için. Ben yerin dibine girmeyi daha 7 yaşındayken öğrendim. O yüzdendir belki, kendi çirkin ve sakat yanlarımla yüzleşebilmem. Başka yolu yoktu çünkü. Çukurun dibinde çukurun dibindekilerden başka bir şey görmezsin. Ve alışırsın pisliğinle yaşamaya. Onu savunmaya bazen - hatta, seni kendi yalnızlığına çok zorladıklarında.

 

Umudu yoktur, tırnaklarıyla kendi çukurunu kazarak çıkmaya çalışanın. Tırnakları gibi bir bir sökülmüştür çünkü umutları, kazarken. Geride kan, acı. Ve çukuru eriten, derinleştiren gözyaşları...

 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ölürken Yanımda Olacak


Ölürken yanımda olacak yorgunluğum, uykusuzluğum, başımın ve sırtımın ağrısı. Ölürken yanımda olacak bir kelime daha fazla okuma telaşı. Hiç bilmeyecek bu duyguyu Sivas’ta aydınlık canları diri diri yakanlar. Hiç bilmeyecek şeyhler, şıhlar, karanlıktan beslenen canavarlar.  

Ölürken yanımda olacak içimi kavuran merhametim. Parayı elinde oyuncak yapanlar, paranın elinde oyuncak olanlar hiç bilmeyecek gerçek doyumun tatmin ediciliğini. Dostlarıyla tıka basa yedikleri sofralardan arta kalanlarla doyurulabilecek  aç ve yalnız sokak köpeklerinin çaresizliğini hiç bilmeyecek onlar.

Ölürken yanımda olacak dupduru ve temiz bir adalet. 13 yaşında kızların tecavüzcülerini cezalandırmayan hakim amcalar adam sanacak kendilerini ama hiç bilmeyecek onlar insan olmayı beceremediklerini.

Ölürken yanımda olacak bardağın boş tarafı. Ömrümce acılarımla ve hastalıklı hassasiyetlerimle dolu olduğunu hiç bilmeyecek içimdeki üç beş insandan fazlası.

13 Haziran 2013 Perşembe

KELEBEKLER MANİFESTOSU (YA DA ATEŞ BÖCEKLERİNİN ÖLÜMÜ)




Hepimiz güzel öleceğiz. Mutsuzluğun çocukları. Her biri eşsiz mutsuzlukların, eşsiz renkli, naif ve 1 günlük çocukları. Hepimizin kanatlarından milyonlarca iyilik dökülecek yere inerken, milyonlarca güzellik.
            Bembeyaz bulutlar gibi hayallerimiz, bembeyaz bir güvercinin bembeyaz tüyü gibi düşecek yere. Onun ölü bir tüy olduğunu da unutmayacağız ama.
İlk aşkımızın gözleri kadar mavi ve berrak sular akacak üstümüzden ve bizimle birlikte. Aradaki kan damarlarını hiç görmemiş oluşumuzu aşkın mucizesine bağlayacağız.
Yemyeşil ve uçsuz bucaksız bir buğday tarlası kadar ahenkle salınmayı ancak ölünce öğrenmiş olacağız işte.
Sapsarı ve artık tedavülden kalkmış umutlarımız düşecek. Bırakmayacağız, ağır gelse de.
Pembeyi hiçbir zaman bir yere koyamayacağız. Diriyken olduğu kadar ölüşümüzde de. Ve, en çok onu denesek de.
Mor anlamların muğlak ve bunaltıcı ağırlığı ancak bizimle aşağı doğru süzülürken şeffaf bir eflatuna dönüşebilecek belki de.
Simsiyah korkularımız, zifiri karanlıklarımız hep aynı kalacak. Taşıyacağız varana kadar. Pazarlık yok. Pazarlığın yüzümüze güldüğü ve tükürdüğü renkteyiz.
Kederlerimizi sürükleyeceğiz; hala kanayan, hala kırmızı. Er ya da geç, öyle ya da böyle karışacağız kendi kanımızın yoğunluğuna. Alışacağız. Uyuşacağız.
 
Hepimiz çok güzel öleceğiz çocuklar, korkmayın.  Rengarenk öleceğiz.

 
 
Ama ateşböcekleri kadar güzel de değil; bunu da unutmayın.

 
 
 

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Edip Cansever Bütünlüğü




Edip Cansever’in Phoenix isimli bir şiiri vardır. Bende yeri başkadır. Çünkü anılarımı taşır. Ne zaman Edip Cansever’e ait bir şeyle karşılaşsam bu şiir de birkaç sebepten mutlaka aklıma gelir. Mesela, Küçük İskender’e Edip Cansever’i sevdiren ilk şiir olduğunu ve ikisinin bir türlü gerçekleşemeyen karşılaşmalarının hazin hikayesini hatırlarım. Sonra, bana bu şiiri ilk okuyan arkadaşımı hatırlarım. Onu ve eşini. Onları birbirlerinden ayrı düşünmek olanaksızdır çünkü. Bazı çiftler böyledir; birbirleri için yaratılmışlardır ve ne şans ki birbirlerini de bulmuşlardır. Herkesin bir ruh eşi olduğuna inanmam. Herkesin bir ruh eşine sahip olmaya uygun olduğuna da inanmam. Ama bazılarının vardır.
Bu şiiri bana ilk okuduklarında 20’li yaşlarımın başlarındaydım. Evdeydik. Benim kardeşimle birlikte yaşadığım öğrenci evimizde. Öğrenci evinden çok, orta halli, otoriter bir emekli öğretmenin evine benzeyen düzenli, çekyatlı. Benim duygusal kapanmalarım nedeniyle bol statükolu. Sevimsiz eşyalarla dolu. Şiirden hiçbir şey anlamamıştım. Birkaç defa okuduk, vurgularına dikkat ederek algılamaya çalıştım ama nafile, benim gibi bin yıl gerilerde kalmış bir emekli öğretmen ruhuna göre fazla soyuttu. Bu eski moda kuralcılığın yanı sıra bir de gelişememiş bir çocuk olduğumu ise yıllar sonra anladım. Hem 10 yıl geriden düşünüyor ve hissediyor hem de bin yaşında gibi davranıyordum. Kısacası, algılarım bu şiirin frekans eşiklerinin dışındaydı. Okuyan çok sevdiğim ve kültürüne güvendiğim bir arkadaşım olduğu için şiirin değerini seziyor ama anlamları yerlerine oturtamıyordum bir türlü. Hala da ne anladığımı ben de bilmem. Ya da şairin söylemek istediğini anlayıp anlamadığımı. Böyle zamanlarda da aklıma hemen William Faulkner gelir, bir televizyon söyleşisinde Orhan Pamuk’tan dinlediğim bir anekdota göre, William Faulkner’ın yazdığı bir yazıyla ilgili kardeşi sormuş, “Bu çok güzel ama ben anlamadım, burada ne anlatmak istedin?” diye. William Faulkner da cevap vermiş, “Aslını istersen bazen birden içimden geliyor ve yazıyorum, ne anlatmak istediğimi ben de bilmiyorum ama güzel bir şey çıkıyor ortaya, değil mi?” İzlediğim birkaç film, birkaç tiyatro oyunu da bu hissi yaşatmıştır bana. Benim de ne demek istediğimi bilmeden yazdığım şeyler vardır.
Bu şiiri bana hatırlatan sevgili dostlarım çoktan evlendiler. Hatta tam da böyle masalsı aşklardan bekleneceği gibi, biraz da umutsuz ve imkansız aşk teması eklendi aşklarına. Mezhep farklılıklarına dayalı ailevi nedenlerle. Sonra duruldu ortalık, evlendiler, bir çocukları oldu. Yalın hayallerini yalın yaşamlarına dönüştürdüler. Asla “basit” ya da “sıradan” demek istemiyorum. Sadece yalın. Oysa ben, yıllar sonra bile o yalın hayallere ulaşamıyorum. Son derece basit ve sıradan görünen ve ne yazık ki öyle de yaşadığım yaşamımda, yalınlığı yakalayamıyorum. Hiç yakalayamadım. Aşkı bulduğumda yetinemedim, yokluğunda yalnızlıkla başedemedim. Sorular ve bitmeyen sorular hep vardı. Hayatımda köşe kapmaca oynuyorlardı. Köşeler bana hiç kalmadı ki hayatımda, şöyle rahatça yayılayım dört bir yana.
Tuhaflığımın kaynağını farkettiğimden beri hep söylerim, ruh yaşımın 10 yıl geriden geldiğini, zihnimin ve duygularımın geç olgunlaştığını. Bin yaşındalığımı ise mümkün olduğunca törpüledim yıllar boyunca. Kimin neyi, ne için yaptığının o günlerden sonra o kadar önemi olmadı. Duygularımı bir daha o günlerdeki kadar yerle bir etmelerine izin vermedim çünkü. Yıkılmadım diyemem ama kalkmayı öğrendim. Acım ne kadar büyürse o kadar gerçeğim olduğunu da öğrendim yıllar içinde, “ben”in en büyük gerçeğim olması en büyük meselem olarak kaldı. Ölmek isterken bile, en önemli varlığım “ben” olduğu içindi ölmek istemem. Ona yeterince ait olamadığımdan, yeterince sahip çıkamadığımdan.
Bu durumda hala bir kurtuluşum olabilir mi? Bin yıllık prangalardan hayli zamandır kurtulmuşum. Hesaba göre ruh yaşım da 28. Hala taşları yerine oturtabilir, hayallerimle uyumu sağlayabilirim. Hayallerim bedensel güç istemiyor çok şükür. Yaşımı mahkeme kararıyla küçültüp evden kaçarsam, hala umut var; artist olabilirim. Çünkü Edip Cansever’in dediği gibi,

“Yaşamak, süresiz yaşamak eğilimi belki”

İltür A.