12 Ocak 2011 Çarşamba

Çoklar ama hiç yoklar

Her gün içinde olduğum şeyler, insanlar, bazen bana fersah fersah uzak geliyor. Ve bazen öyle geldiği için de dayanılmaz oluyor. Her zaman bu yabancılaşmayı içimde taşısam, belli bir düzeye alışacağım belki. Ama zaman zaman olunca ve zamanı da belli olmayınca hazırlıksız yakalanıyorum.

Eve gelip de Gece’yle alıştığımız hayata girince kendim oluyorum. Siyah, tüylü bir yaratık. Bir kedi; Gece. Kafka’nın böceği kadar başka bir dünyadan olmasa da benden farklı. Dili farklı, tepkileri farklı. Yaşamsal alışkanlıkları benimkilere benzese de başka bir algısı var. Hoşgörü ve karşımdakini anlama çabamı arttırıyor. Başka bir âlemden bir varlıkla beraber yaşamayı bunun için seçtim belki de. İnsan diliyle, insan egosuyla birlikte yaşamayı öğrenemedim. Alışamadım. Sevemedim. Her insanda kafamı kurcalayan bir ‘kabul edilemez’im var benim. Okuduğum her psikoloji kitabında kendi hayatımdakilerde yansımalarını bulduğum aykırılılıklar, zaaflar. Benimkiler de var elbette o kitaplarda.

Mükemmeli çiziyorum kafamda. Olmak istediğim insan, içinde yaşamak istediğim dünya. En büyük aykırılık benimki belki de. İflah olmaz bir hayalperestim. Gittikçe kendime saklamaya başlıyorum kendime kurduğum dünyayı. Ait olmadığım insanlara susuyorum. Zira ben de onlardan başka bir âlemde varlığımı sürdürüyorum. Zor olan zaman zaman o âlemin dilini kullanmak zorunda kalmak. İnsan bedeninde insanlık taşımayan suretlerin içinde anadilimi kullanamamak ne acı, ne yalnızlık. Soykırım ve egolar düzeninin nasıl da tam ortasındayım.

Çoklar ama hiç yoklar. Bitki gibi bile yaşamıyorlar. Bir bitki büyür, değişir, olgunlaşır, güzelleşir. Çiçek veya tohum verir. Bu âlemdeki zamanı dolduğunda da ölür ve çürür. Sinir sistemi olmadığından hisleri yoktur belki ama varlığı gövdesidir ve bu gövdede görünür kılar tüm yaşamını, yarattıklarını ve evrene kattığı zenginliği. İnsan dediğin hisli olduğu ve düşündüğü varsayılan bir yaratık. Gövdesindeki değişimden fazla olmalı öyleyse, yaşamı denilen sürede yarattıkları. Peki, evrene katılan kaç kişi, yaratıp ve üretip de gidiyor süresi dolunca? Evrene sunulacak büyük hizmetlerden söz etmiyorum. Küçük kişisel katılımlardan ve bunların sorumluluğunu duymaktan söz ediyorum. Kişisel gelişim kitaplarında yazmayan ve reçetesi olmayan, başarısız, mutsuz, yalnız ve küçücük bir evde yaşayan mutsuz bir insanı başarılı, mutlu, sosyal ve kocaman bir malikânede yaşamaya dönüştürmeyen gelişimlerden.

Parayı yöneten, dünyayı yeniden şekillendiren devlet adamları savaş, yıkım ve ölümden başka ne yaratıyor? Kişisel hırslarla küresel maddi çıkarlara hizmet etmekten öte ne yapıyorlar? Tüm dünya tarihi boyunca kaç devlet adamı dünyaya güzellik getirmiştir? Kitlelere hizmet etmek ve güzellik getirmek de dünyaya fayda sağlamaz. Bir diğer kitlenin mutsuzluğuna neden olmak söz konusu olduğunda.

Baba olup döl salan bütün adamları ve anne olup doğuran bütün kadınları da yaratıcılardan saymıyorum. Çünkü yetmez dünyaya bir beden getirmek, onu insan eylemek gerek. Kendilerini de insan ederken her ikisi de.

Sanatçı, filozof ya da bilim insanı olsun da demiyorum tüm insanlık. Pratik olarak mümkün olamaz da zaten. Çünkü zekâ ve deha bahşedilmiş bir armağandır. Kaynağı ve kimin neden seçildiğinin kuralları belli olmayan. Kaldı ki, bu seçilmişlik yalnız bir zirvedir, kişiye pek çok zaafı da taşıyan. Evrenin kendisine gelişim ve yaratım adına fayda sağlamak için kişinin kendisinden vazgeçmesini öngörür. Seçilmişlik kişinin kendisine değil, insanlığa bir bahşiştir aslında.

O yüzden diyorum, dünyayı güzelleştirecek tek bir küçük şey, hadi ondan da geçtim, kişinin kendi yaşamını güzelleştirecek, varlığını anlamlı kılacak tek bir küçük şey yaratan insan olmayı başarabilse kişi, varlığının gereğini yerine getirmiş olur. Suretine anlam taşımış olur böylece.

Mevlana Celaleddin’in ne güzeldir o sözü;

“Ne insanlar gördüm, üstünde hırka yok,
Ne hırkalar gördüm, içinde insan yok.”

9 Ocak 2011 Pazar

bulut

Belki sadece bir “elveda” der gidersin sevgilim. Gökyüzünde koca bir bulut gibi duran ruhumu ellerinle gözlerinle parçalayarak, sessizliğinle gidersin. Ben önce aşkın hatırına, sonra tüm geride kalanlar namına özür diler gibi toplarım parçaları. Yeniden bulut yaparım. Beyaz, yoğun, ama bir aşık sevmek ateşinde yanmaktan nasıl korkmazsa, güneş ışığını geçirmekten de o kadar korkmayan şeffaf bir bulut.

Sen gidersin. Ben senin adına aşktan özür dilerim.


Sonra ölümün gelir. Buruşturulmadan elden kurtulan bir kağıt mendil gibi, daldan kopan kuru bir yaprak gibi, düelloda kaybeden taraf gibi düşersin tozlu toprağa. Ben sadece şahidim sevgilim, karışamam olanlara. Kaybedemem seni örneğin. Kaybetmek nedir? Para kaybedersin, cüzdan kaybedersin, defter kaybedersin, kitap kaybedersin. Kaybedilmez bir insan.

Nafile! Sen ölüme susamışsın sevgilim. Giderek, aşkı öldürmekle başladın işe. Beni aşka susatarak aşkı lime lime dağıtmakla başladın. Giderek kendi ölümüne susadın. Ben aşkın kendisine sen ölüsüne susadık.

Ben avuçlarımı kanata kanata çırpınan bir kuşun ölümünü görmeye inat, onu gökte tutmaya çalıştım. Aşkın hatırına, kendi umudum adına, sana inat adına aşkı gökte tutup masallar anlattıysam sana, sen inan diyeydi. Masal benim zaten bildiğimdi.

Sen gittikçe gittin. Öldükçe öldün. Ben sana aşık olamam sevgilim.

Cennetin Bedeli

Bazen ansızın düşerim bir şarkıyla. Öyle böyle değil, sürüklenirim yollarda. Acı öyle gerçektir ki, öyle gerçekliktir ki, başka hiçbir yerde böylesine bulamam kendimi. Sonsuza dek sürsün isterim, varlığımı duyabilmek için. İnsan yanımı, çocuk yanımı, kimsesiz yanımı –ve sevdiklerimi, kaybettiklerimi, gidenlerimi, hiç benim olmayanlarımı hep yanımda hissedebilmek için. Boşluk benimdir ve sadece ben görürüm orada olmayanları. Nasıl kalabalıktır o şizofrenik yollar. Katıla katıla ağlamak istesem de ağlayamam; acıyı kaybetmemek için.

İşte şimdi o şarkıyı dinliyorum.

İçimde bir bıçağın burgu burgu döndüğünü duymayalı ne çok olmuştu.

Hep derim, hep dedim, kaybetmek daha güç bulamamaktan*. Yarım kalmak, hiç olmamaktan; bulup kaybetmek hiç bulamamaktan daha güç. Bitmemiş bir cümle, hiç söylenmeyenden. Giyilmiş bir elbiseyi gece gelmeden akşamın ortasında çıkarmak, hiç giyememiş olmaktan. Kendiliğinden çıkması gereken ruju silen pamuğu eline almak, hiç sürmemiş olmaktan. Artık gidilemeyen bütün operalar, hiçbirine gidememiş olmaktan. Bir şehri terk etmek, o şehirde hiç yaşayamamış olmaktan.

Artık yaşayamadıklarım, hiç yaşayamamış olduklarımdan.

Unutamadıklarım unuttuklarımdan…


* Cemal Süreya – Ülke