4 Haziran 2012 Pazartesi

anız bölgesi

O kadar güzel bir şeydi ki ona aşık olmak, ama o kadar kısa ömürlüydü ki aşk, bir gün gelip de, aşık olduğum adama sıradan bir adam gibi davranmak fikrini taşıyamadığım için ondan tümden vazgeçmekten başka çarem yoktu.
Beni ancak bu kadar aşık olmuşlar anlayabilecektir sadece; aşk ızdıraplarla dolu bir yolda kendinden vazgeçiştir. Sonsuz bir adanmadır. O kadar ki hayatını mahvederken bir an bile tereddüt etmezsin.
Gerçekliğinin sağlaması ise yıllar sonra yapılabilir ancak; pişman değilsen sevmek kanında canında tenindedir artık. Yalnız gecelerin, kurumuş tenin, tad yoksunu kalmış ağzın değiştiremiyorsa ne fikrini ne yüreğini, sevmektir bütün olmayanlarınla yaptığın.

Bunu ancak buraya kadar gelebilmiş karanlık görünümlü aydınlık adamlar ve hüzün görünümlü neşeli kadınlar anlayabilir. Sözlerimi anlayabiliyorsan, sevin ey adam, sevin ey kadın; sen çok kimselerin varmak isteyip de varamadıkları, çoklarının vardığını sanıp da yollarda kayboldukları yerdesin.

2 Haziran 2012 Cumartesi

kaybedenler tayfası güvertede

“Baştan anlaşalım,” dedi Tanrı, “Kaybeden havalarına bürünüyorsun ama dünyaya geldiğin bu çağda kaybeden olmak bile parayla.”

“Hayat, kaybederken bile torpilli. Kazanmak ve güç, dünyanın tek mutlak gerçeği. En yakışıklı kaybeden en kaybeden, reklamını en iyi yapan mağdur en mağdur. Herşeyi olup da duygusal fakirlik çekenler daha acınası sanki bir elma alamayan somut fakirden. Kalabalık içinde yalnız olanlar daha bir yalnız. Anlaşılamayan bir ruha ne Paris seyahati fayda eder, ne Prag, ki zaten bin defa sürülmüştür bu merhemler.

Her şeyi olup da mutluluğu bir türlü bulamayan tekiller. Ne de acıklı görünüyor hikayeleri. E tabii, makyajlar profesyonel.
Bir Flormar rimel, Bourjois ile yarışabilir mi akarken en kara ve en derin gözyaşı yollarını oluşturmada. Hangi pudra Clinique kadar pürüzsüz gösterebilir bir kadının tenindeki son moda aşk acılarını. Bir Lada ne kadar hızlı uzaklaştırabilir sevgilinin ihanet acısını, yanda bir Audi dururken. Dünyanın en acıklı şarkısını bir Ipod’dan daha acıklı çalabilecek hassasiyette bir başka cihaz var mıdır. Hangi taklit parfüm, Bayan Coco Chanel’in parmağıyla işaret etmek suretiyle bir marka yapıvermiş olduğu Chanel No.5 kadar güzel kokulu bir hayat sunabilir. Hangi bakkaldan alınan 10 liralık peynir giderebilir yoksunluğun ifşa olan hüznünü, her derde deva binbir çeşit mal bulunan Carrefour’da kredi kartıyla alınan rokfor kadar.
Yalovalı Hamdi Usta’nın ürettiği masa sandalye takımı, ne kadarını giderebilir Mudo Concept mağazasından alınmış bir bahçe mobilyasının giderebileceği ego yarası izini. Aşağı ve yukarı olmak üzere karşılıklı iki sıradan oluşan herhangi bir taşra çarşısındaki tuhafiyecide satılan yün çileleriyle, Kanyon’dan alınmış bir kazağın kaçta kaçı örebilir bir annenin elleri.
Bir U.S. Polo Assn. gömlekle daha güzel oturmaz mı üstüne yalnızlık, genç bir adamın. 4 katlı sıradan bir apartmanın ikinci katında beyaz tül perdelerinin arkasından görülen buz gibi soğuk ve beyaz florasan ışık, Maçka Residences’da en üst katın göz alıcı ışıltısının gizlediği kadar gizleyebilir mi hiç karanlık dehlizlerinizi. Iphone ile yapılan konum bildirimleri değil midir, dünyada bulunduğunuz yeri en iyi gösteren.”


Öyle güzel anlattı ki, ben bile inandım. Onlardan biriydim çok şükür; güzel, havalı bir kaybedendim. Kendi kendime fısıldadım, “Katmerli kederli kaderlerimiz de ne kötüymüş, heyhat!”

27 Nisan 2012 Cuma

ucu olmayan dizeye ağıt

Didem,

Ben bu mektubu yazdığımda sen çok uzaklarda olacaksın…

Ben hep uzaklarda olan insanları seçtim sevmek için. Çok sevdiğim 'sen'i de bana çok sevdiğim başka bir kadın getirmişti; artık uzaklarda olan bir kadın. Altını çizdim bu şiirinde en sevdiğim cümlelerinin. Unutmamak için en çok... Ve başkaları da seni sevsin diye. Sert sessiz kadınım benim. Ben sert sessizlerin en çok yumuşamayanını severim.   


İyiden iyiye üşümeye başladım son günlerde. Sırtımdan başlıyor ve her nasılsa içeri sızıp sol ön saflarda bir burgu burgu bir kurandere dönüşüyor.  "Galiba hasta oluyorsun" derdi şimdi yanımda biri olsaydı, ki, iyi ki yok... Biliyorum ben hastalığımı. Ve avunmuyorum artık pandomim kılıklı sözsüz, söz vermesiz, sözüm ona içtenlik gösterileriyle.

Hiç unutmam, “Uyumsuzluğunun ardında, buzdağının görünmeyen kısmı kadar kocaman ve sessiz ve duygulu ve düşünceli ve hiçbir zaman susmayan bambaşka bir dile ait olan monologların döndüğü bir dünyada, bir çok insanın tahayyül sınırlarını aşacak derecede karanlık, kapkaranlık bir umutsuzluğu sürükleyenler de var.” demiştim bir gün bir kadınıma.

Ne söylediğimin farkına vardıktan sonra körlere acımayı bıraktım.



BÜYÜMÜŞ ÇOCUK ŞİİRİ
Hülya'ya

Artık büyüdü diyorlar bana
Ekmeğini salatanın suyuna banma
Ben artık büyüyüm Füsun
Zengin evlerinde Harry Potter oldum bu yaştan sonra
İstanbul'un kargaları İstanbul kadar kocaman
Bağırmak denen bir adam saltanatını kurmuş burada
Birçok şarkının ortasında yürürken İstiklal Caddesi
Tomtom Mahallesi'ne taşıyor beni
Ben yürümüyorum Füsun cadde yürüyor
Bir cadı olduğumu burdan anlıyorum
Hiçbir takım tutmuyorum, yıldızların takımından başka
Bilirsin işte erkekler büyükayı, kadınlar küçük cezve
Bugün bir harf girdi atmosferime, tutuştu ve yandı
Siyah bir gelinliğe benzeyecek bu şiir
Uzun kuyruklusundan

İmgelerle yer değiştiriyorum Füsun
Şiirin bir odasına üç yüz milyon vereceğim
Durmadan mazmunlara sürgün gidiyorum olmuyor böyle.
Cümle kapıların önünde kelimelerle beş taş oynuyorum.
Karanlık sokaklardan biraz korkuyorum
Ama korkmuyorum da esasında.
Pardon diyorum ayağıma bastığında dünya
saçlarımın ucundan başlıyor artık kırılma
Kelimelerin tadına bakıyorum
Zehrinden korktuğum acı kelimeler yutuyorum yanlışlıkla.

kahverengi bir delik açıyor sayfanın ortasında
Elimde tuttuğum sigara
Ucu olmayan dize yakışıyor şiire
 

Didem Madak, Pulbiber Mahallesi adlı kitabından,  sayfa 13-14, 2007

3 Nisan 2012 Salı

KARANFİL ÖLÜMLERİ

Son zamanlarda hep karanfil ölümlerinin gizli şahidi oluyorum. Bir ben görüyorum ölümlerini. Ölmeden az önce bir an gözgöze geliyoruz karanfille ve anlıyor benim onu anladığımı. Mutlu oluyor, mutlu ölüyor. Mutlu ölüm anında bir devrin acılarının bana yüklendiğini görüyor ve uyanıyorum şizofren uykumdan.

İnsan neden öldürmeyi seçer bir karanfili hiç yoktan. Ne için ve ne uğruna? Nedir eline geçecek olan ölü bir karanfilden başka? Ölü bir karanfil ölü bir karanfildir çünkü yalnızca. Alabildiğine/olabildiğine aptal ve ölü bir karanfil. Açılan yara değil yaranın nedenidir öldüren.

Ölünce öyle suskun bir mekana taşınır ki karanfil, gözlerinin en derinine de baksan göremezsin artık kelimeleri. Hayat uzaklaşmıştır ve hiç olmadığı kadar kolay ve hızlı devam eder. Karanfil şaşkın. Kış öyle uzun sürer ki, üşümek dayanılmaz bir hal alır. Kar, nedense, hep en beklenmedik zamanlarda yağar. Tesadüf olamayacak kadar sürekli tekrarlar bu arsızlığını. Karanfilin kaçıncı ölümünü zorladığını da bilir oysa…

***

Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir. Dünya bazen yuvarlak değil, üstüste dizilidir; devrilir.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Yıllar sonra değse bile, değerse, değdiğinde acıtabilen bir yaprak ucu gibi

onun için...


çok denedim, karanfilin sapı suyu değince
içimde biri vurulur sanki
yeşime oyulmuş bir diriliş olur bir de

Bir Yitişten Sonra, Edip Cansever

26 Şubat 2012 Pazar

Kadınlığımın Halleri

 
Kadınlığımın geçimsiz halleri var; ikisi de hayatımı sadece kendine istiyor, ben ikisinden de vaçgeçemiyorum. Bir yanda tırnak törpüm, bir yanda kalemim. Kesici ve delici aletlerim. Bunlarla mesela, mutluluğu hayattan bağları kesilmiş, sonsuz ve zamansız bir his ve haz parçası olarak bir adamın avuçlarına koyabilir, nefes gibi tüm yaşamına sabitleyebilirim. Ama tabii, ihtiyaç duyduğumda ve istediğimde, her ikisiyle de çok derin yaralar açabilir, açılmış yaraları kanar halde tutabilir ve kabuk bağlamışları tekrar kanatabilirim. Her türlü yarayla oynamasını iyi bilirim. Bazen iyileştirir, bazen derinleştiririm.

Görülmesini isterim, tırnaklarımdaki manikür kadar gözlerimdeki harflerin de. Ve, gözlerimdeki harfler kadar tırnaklarımdaki manikürün de. Biliyorum, öğrenilmiş bir kadınlık hali bu da. Bir zamanlar feminist kadınlar nasıl kendilerine çirkin olmayı öğrettiyseler, bugün de öğretiyorlar birbirlerine aynı kararlılık ve inançla, güzel olmayı, olmaları gerektiğini ya da dilerseler olabileceklerini. Feministler özgür kelebeklerdir. Ben olmayı seçtim, çünkü tek yönlü olmak hiç öğrenmediğim kadar sıkıcı bir şeydi. Çevremde binlerce kadın vardı, ben hepsinden ayrı bir kadın olmayı öğrendim.

Birkaç bininin yarısının hepsi aynıydı. Saçlarında bigudiler, ellerinde bezlerle sabahtan akşama kadar yerleri ovar, tam yemekleri yapmaları gereken saatte yemeği yapar, evliler kocaları gelmeden az önce, evsizler babaları gelmeden az önce saçlarındaki bigudileri çıkarır, özenle tarar, takma tırnaklarını takarlardı. Hepsinin kırmızı ojeli ve uçları sivriltilmiş uzun takma tırnakları vardı.

Kalan birkaç bininin ayaklarında şalvar, hep tarlada, mutfakta işleri olurdu ve hep bin kişiyi doyururlardı. Hepsinin de hep başı ağrırdı, başlarında kafalarını çatlatacak denli sıkılmış bir yemeni. Korkarak sorardım, o kadar sıkmak başlarını acıtmıyor mu diye, “Acıtmıyor” derlerdi ve hiç durmadan tavukların kümesinden yumurta almaya giderlerdi. Yapacak öyle çok işleri vardı, her zaman.

Ama benim asıl kadınlarım başkaydı.

Birinci kadınım mutfakta iyiydi, doymayı ve doyurmayı ondan öğrendim. Bereketli sofralarda misafirlerine sunduğu yemeklere kattığı tadı, bir sihir veya bir mühür gibi kendi ellerinden benim avuçlarıma akıttı. Hamurla oklava arasına un serptiğimiz zamanlarda bana cinselliği de öğretti, utanır ama kıkırdardım onun fısıltıyla söylediği ve anlamamış gibi yapıp tekrarlatmaya çalıştığım müstehcen kelimelerini dinlerken, yasak bölgeye girmek her zaman çok zevkliydi. O zaman anlamamıştım, sonradan algıladım; doyumun her çeşidi birbirine benziyordu. Sen Kibele miydin yoksa Babaanne?

İkinci kadınım elişlerinde iyiydi, evimi ve giydiklerimi güzelleştirmeyi o öğretti, kaliteyi ancak ve ancak itinanın getirdiğini ve mükemmeli yaratmadan bırakmamam gerektiğini. Emeğime acımadan söktüm diktim, söktüm diktim ben de, hayat içime sinene kadar. Bana soylu ve hafif ukala duruşu da o gösterdi, az konuşan, az gülen, az dokunan ama karakteri çok sağlam ve karakteri kadar sağlam cümleler kuran kadın benim asalet simgemdi. Dikişlerim ve duruşlarım yüzünden ben hep en başa döndüm ama için rahat olsun, hala çirkin arka dikişlerim yok Anneanne!

Üçüncü kadın, bu hikayeyi yaratan yani, sosyal hayatın kraliçesiydi. Topluluk içinde sevilmeyi, değer görmeyi, zeki ve başarılı olmayı öğretebilmek için bana, Modern Matematik öğretiyormuş gibi yapıyordu. Biz onunla soruları çözerken, ben kaydettim benliğime başarısızlık ihtimalinin imkansızlığını. Bu yüzden atlanabilecek engelleri atlayamadığım olmadı. Ama atlarken öyle kötü devirdim ki bazılarını, geride bıraktığım yıkıntıları da hep o kadın topladı. Ve yanımda koşmaya devam ediyor, hala. Çünkü sanıyor ve korkuyor ki, ben düşersem bırakırım yarışı. Korkma Anne, ben sensiz kalmamak için yapıyorum bütün bu numaraları…



Her kadın kendine bir yer arar hayatta. Bir şey olmak isteyenlerin her şey olma ihtimali vardır da, biri olmak isteyenlerin birkaç yeri olabilir en çok. Ve yaftalanma tehlikesine çarpmadan da mümkündür birkaç yere ait olmak. Bir öğretiye, bir akıma, bir aşka, bir “an”a. O ait olduğu yerler de kadına ait olur zamanla. Kadın çoğalır, çoğaltır. Bu noktada artık, sadece tırnak törpülemek yetmez, o kadınlar kaleme de sarılır.

Yüzyıllar bittiğinde, bir çağ kapanıp bir çağ açıldığında, sadece doğuranlar değil, yaratan kadınlar hatırlanır.