29 Şubat 2012 Çarşamba

Yıllar sonra değse bile, değerse, değdiğinde acıtabilen bir yaprak ucu gibi

onun için...


çok denedim, karanfilin sapı suyu değince
içimde biri vurulur sanki
yeşime oyulmuş bir diriliş olur bir de

Bir Yitişten Sonra, Edip Cansever

26 Şubat 2012 Pazar

Kadınlığımın Halleri

 
Kadınlığımın geçimsiz halleri var; ikisi de hayatımı sadece kendine istiyor, ben ikisinden de vaçgeçemiyorum. Bir yanda tırnak törpüm, bir yanda kalemim. Kesici ve delici aletlerim. Bunlarla mesela, mutluluğu hayattan bağları kesilmiş, sonsuz ve zamansız bir his ve haz parçası olarak bir adamın avuçlarına koyabilir, nefes gibi tüm yaşamına sabitleyebilirim. Ama tabii, ihtiyaç duyduğumda ve istediğimde, her ikisiyle de çok derin yaralar açabilir, açılmış yaraları kanar halde tutabilir ve kabuk bağlamışları tekrar kanatabilirim. Her türlü yarayla oynamasını iyi bilirim. Bazen iyileştirir, bazen derinleştiririm.

Görülmesini isterim, tırnaklarımdaki manikür kadar gözlerimdeki harflerin de. Ve, gözlerimdeki harfler kadar tırnaklarımdaki manikürün de. Biliyorum, öğrenilmiş bir kadınlık hali bu da. Bir zamanlar feminist kadınlar nasıl kendilerine çirkin olmayı öğrettiyseler, bugün de öğretiyorlar birbirlerine aynı kararlılık ve inançla, güzel olmayı, olmaları gerektiğini ya da dilerseler olabileceklerini. Feministler özgür kelebeklerdir. Ben olmayı seçtim, çünkü tek yönlü olmak hiç öğrenmediğim kadar sıkıcı bir şeydi. Çevremde binlerce kadın vardı, ben hepsinden ayrı bir kadın olmayı öğrendim.

Birkaç bininin yarısının hepsi aynıydı. Saçlarında bigudiler, ellerinde bezlerle sabahtan akşama kadar yerleri ovar, tam yemekleri yapmaları gereken saatte yemeği yapar, evliler kocaları gelmeden az önce, evsizler babaları gelmeden az önce saçlarındaki bigudileri çıkarır, özenle tarar, takma tırnaklarını takarlardı. Hepsinin kırmızı ojeli ve uçları sivriltilmiş uzun takma tırnakları vardı.

Kalan birkaç bininin ayaklarında şalvar, hep tarlada, mutfakta işleri olurdu ve hep bin kişiyi doyururlardı. Hepsinin de hep başı ağrırdı, başlarında kafalarını çatlatacak denli sıkılmış bir yemeni. Korkarak sorardım, o kadar sıkmak başlarını acıtmıyor mu diye, “Acıtmıyor” derlerdi ve hiç durmadan tavukların kümesinden yumurta almaya giderlerdi. Yapacak öyle çok işleri vardı, her zaman.

Ama benim asıl kadınlarım başkaydı.

Birinci kadınım mutfakta iyiydi, doymayı ve doyurmayı ondan öğrendim. Bereketli sofralarda misafirlerine sunduğu yemeklere kattığı tadı, bir sihir veya bir mühür gibi kendi ellerinden benim avuçlarıma akıttı. Hamurla oklava arasına un serptiğimiz zamanlarda bana cinselliği de öğretti, utanır ama kıkırdardım onun fısıltıyla söylediği ve anlamamış gibi yapıp tekrarlatmaya çalıştığım müstehcen kelimelerini dinlerken, yasak bölgeye girmek her zaman çok zevkliydi. O zaman anlamamıştım, sonradan algıladım; doyumun her çeşidi birbirine benziyordu. Sen Kibele miydin yoksa Babaanne?

İkinci kadınım elişlerinde iyiydi, evimi ve giydiklerimi güzelleştirmeyi o öğretti, kaliteyi ancak ve ancak itinanın getirdiğini ve mükemmeli yaratmadan bırakmamam gerektiğini. Emeğime acımadan söktüm diktim, söktüm diktim ben de, hayat içime sinene kadar. Bana soylu ve hafif ukala duruşu da o gösterdi, az konuşan, az gülen, az dokunan ama karakteri çok sağlam ve karakteri kadar sağlam cümleler kuran kadın benim asalet simgemdi. Dikişlerim ve duruşlarım yüzünden ben hep en başa döndüm ama için rahat olsun, hala çirkin arka dikişlerim yok Anneanne!

Üçüncü kadın, bu hikayeyi yaratan yani, sosyal hayatın kraliçesiydi. Topluluk içinde sevilmeyi, değer görmeyi, zeki ve başarılı olmayı öğretebilmek için bana, Modern Matematik öğretiyormuş gibi yapıyordu. Biz onunla soruları çözerken, ben kaydettim benliğime başarısızlık ihtimalinin imkansızlığını. Bu yüzden atlanabilecek engelleri atlayamadığım olmadı. Ama atlarken öyle kötü devirdim ki bazılarını, geride bıraktığım yıkıntıları da hep o kadın topladı. Ve yanımda koşmaya devam ediyor, hala. Çünkü sanıyor ve korkuyor ki, ben düşersem bırakırım yarışı. Korkma Anne, ben sensiz kalmamak için yapıyorum bütün bu numaraları…



Her kadın kendine bir yer arar hayatta. Bir şey olmak isteyenlerin her şey olma ihtimali vardır da, biri olmak isteyenlerin birkaç yeri olabilir en çok. Ve yaftalanma tehlikesine çarpmadan da mümkündür birkaç yere ait olmak. Bir öğretiye, bir akıma, bir aşka, bir “an”a. O ait olduğu yerler de kadına ait olur zamanla. Kadın çoğalır, çoğaltır. Bu noktada artık, sadece tırnak törpülemek yetmez, o kadınlar kaleme de sarılır.

Yüzyıllar bittiğinde, bir çağ kapanıp bir çağ açıldığında, sadece doğuranlar değil, yaratan kadınlar hatırlanır.